Toplumsal değişim isteği, toplumun içinde yaşadığı hâl/durum ile ilgili bir
rahatsızlığın varlığına işaret eder. Çünkü hâlinden memnun olan kimse değişim
istemez. Değişim, öncelikle memnuniyetsizliği oluşturan vakıayı hissetmeyi ve
peşinden o durumdan kurtulmayı gerçekleştirecek bir fikir ile irade ortaya
koymayı gerektirir. Toplumun içinde bulunduğu durum hissedilmeden, bu durumdan
kurtulma iradesi gösterilmeden değişimin gerçekleşmesi mümkün değildir.
Dolayısıyla toplumsal değişim çalışmalarının doğruları ve yanlışlarının, başarı
ve başarısızlık nedenlerinin iki mesele ile direk ilişkisi bulunmaktadır.
Bunların birincisi; toplumun içinde bulunduğu durumun doğru bir şekilde ihsas
edilmesi, ikincisi ise bu durumdan kurtulmak ve kalkınmak için doğru fikir ile
sahih bir iradenin ortaya konulmasıdır.
Toplumun içinde bulunduğu durumu ele aldığımızda gördüğümüz şudur: Hicri 6.
asırdan sonra İslâm’ın dili olan Arapçaya ve şer’i içtihada önemin azalması ile
Müslümanlarda fikrî bir gerileme başladı. Daha sonra İslâm davetinin
yayılmasının metodu olan cihadın terkedilmesi ile birlikte Müslümanlarda
ideolojik yayılma ve ilerleme durdu. Buna mukabil 18. yüzyılda gerçekleşen
Fransız İhtilali ile birlikte Batı dünyası, fikrî, siyasi, askerî ve iktisadi
alanda köklü değişikliklere gitti ve maddi bir kalkınma gerçekleştirdi. Maddi
kalkınmayı sürdürülebilir kılmak sanayiler için hammadde ve yeni pazarlar
bulmayı gerektirdi. Bu sömürgeci hırs ile Batılı devletler gözlerini İslâm
beldelerine diktiler. Ancak Osmanlı Hilâfet Devleti’nin hükmünde olan bu
toprakları sömürebilmeleri için önce Müslüman halkı kültürel işgale tabi
tutmaları gerekiyordu. Müslümanlar önce bu kültürel işgal girişimine maruz
kaldılar, daha sonra toprakları ve servetleri sömürülmeye başlandı. Dolayısıyla
İslâm toplumunun geri kalmışlığının esasi sebebinin, toprakların işgali,
savaşların yenilgi ile sonuçlanması ve servetlerin çalınması değil bütün
bunlardan önce fikrî düşüş olduğunu çok rahat söyleyebiliriz.
Peki, Müslümanlar bu geri kalmışlığı, bu düşüş hâlini, harabeye dönmüş
memleketlerin vaziyetini acaba hissedebildiler mi? Çünkü bu hâl, bu menfur
vaziyet, normalde hareketsizliği kabul etmez. Uykudan uyanmayı, kımıldamayı,
oturduğu yerden kalkmayı, hareketsizliğe son verip değişimi istemeyi
gerektirir. Bıçak kemiğe dayanmış durumdayken hissizlik ancak ölüm ya da koma hâli
ile izah edilebilir. Zira toplum için değişim zaruridir; donukluğa ve
durağanlığa yer yoktur; kaderciliğe boyun eğmek toplum için büyük bir
tehlikedir. Dolayısıyla toplumda meydana gelen şiddetli iç sarsıntılar doğal
olarak Müslümanlarda bir canlılığın doğmasına sebep olur.
Müslümanlar; bütün varlıklarını derinden sarsan, topraklarını parçalayan,
ümmeti milliyetçilik ve vatancılık düşüncesi ile bölüp fırkalara ayıran ve
şiddeti Osmanlı Hilâfet Devleti’nin yıkılmasına kadar ulaşan ilk büyük
sarsıntıyı 20. yüzyılın başında geçirdiler. İslâm, bu sarsıntı sonucunda
hayattan, devletten ve toplumdan uzaklaştırıldı. Sonuçta bütün İslâm beldeleri
küfür rejimleri eliyle yönetilmeye ve toplum üzerinde küfür hükümleri
uygulanmaya başladı. İkinci sarsıntı Mescid-i Aksa topraklarının Yahudiler
tarafından işgal edilmesi ve mübarek belde üzerinde “İsrail” varlığının
kurulması ile yaşandı. Bu iki büyük sarsıntının şokuyla harekete geçen
Müslümanlar bir şeyler yapmaya kalkıştılar, kurtulmak için bazı girişimlerde
bulundular, ancak kurtulamadılar. Çünkü sarsıntıların tesiri ile Müslümanlarda
oluşan duyarlılık tek başına değişim ve kalkınma için yeterli gelmedi, başka
bir şeye ihtiyaç vardı. İşte o şey, kalkınmak için gerekli olan fikir ve sahih
iradedir.
Toplumun içinde bulunduğu düşüş hâli ve bozuk vakıa hissedildikten sonra
değişim ve kalkınma için ikinci mesele olmazsa olmazdır. İkinci mesele şudur:
Toplumu derin çukurdan çıkarmak, prangalardan kurtarmak ve kalkındırmak
istiyorsak yani değişim, zihinleri meşgul ediyorsa kalkınmayı ve ilerlemeyi
mümkün kılan yolun ne olduğunun araştırılması gerekir. Çünkü tek başına değişim
isteği kalkınmayı gerçekleştirmeye yetmez; o sadece vakıaya karşı refleksî bir
tepki olarak kalır. Dolayısıyla toplumsal değişim için sahih iradenin olması
kaçınılmazdır. Sahih irade değişim ile ilgili isteğin vahiy kaynaklı bir
noktaya taşınmasıdır. Değişimin ve kalkınma yolunun ne olduğunun vahiy ile
bilinmesidir. Zira değişimi gerçekleştirecek fikir de kalkınmaya götürecek yol
da o vahyin içindedir.
Müslümanların yaşadığı o ilk sarsıntıdan sonra bazı değişim hareketleri
kuruldu. Onlar, ümmetin içinde bulunduğu düşüş halinin vakıasını hissettiler; bazı
çalışmalar yaptılar ancak bu düşüşün sebebini ve kalkınma yolunu sistemli ve
dakik bir şekilde maalesef ortaya koyamadılar.
Değişimin Fikrinin ve Kalkınma Yolunun Bilinmesi
“Değişimin fikrinin ve kalkınma yolunun bilinmesi mutlak bir çalışmayı
gerektirir” demiştim; bu çalışma ümmetin geçmişini, bugününü ve
geleceğini, milletlerin tarihini ve kalkınma yollarını kapsayacak fikrî bir
çalışma olmalıdır. Ümmet içinde bu çalışmanın yapılması elzemdir. Çünkü ancak
bu fikrî çalışma ile sorunlara çare ve çözümler üretilebilir; ancak bu fikri
çalışma ile toplumsal değişim ve kalkınma gerçekleşebilir.
Müslümanların yaşadığı ikinci sarsıntıdan sonra bahsettiğimiz bu çalışmayı
yapan bir siyasi parti kuruldu. Bu parti, Takiyyuddîn en-Nebhânî [Allah
onlar razı olsun] tarafından Filistin’de kurulan Hizb-ut Tahrir’dir.
Müslümanların yaşadığı felaketleri hisseden Nebhânî ve arkadaşları [Allah
onlardan razı olsun] ümmetin bugününü ve geçmişini gerçekçi bir şekilde
ele alarak Müslümanların uğradığı felaketleri, komploları, yenilgileri ve
bunların nedenlerini detaylı şekilde incelediler. Bununla birlikte toplumun
fikir ve duygularını, ümmetin yöneticiler ile olan ilişkilerini, rejimleri ve
bu rejimlerin toplum üzerinde uyguladıkları nizamları tafsilatlı bir şekilde
ele aldılar. Ayrıca bu değerlendirmeler ile beraber İslâm davetinin ilk
yüklenicileri olan sahabe toplumunun ve Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve
Sellem’in toplumsal değişim çalışmasını en ayrıntısına varana dek tetkik
ettiler. Çünkü Rasulullah ve sahabe toplumunun çalışmasının somut bir başarıyı
gösterdiğini ve başarının yolunun yine sünnetullah olduğunu gördüler. Bu
inceleme ve araştırmalardan sonra diğer İslâmi ve gayri İslâmi hareketleri
gözden geçirip onlarda var olan düşünce ve bilgileri de İslâm’ın hükümleri ile
karşılaştırdılar. Tüm bunlardan sonra değişim ve kalkınma yolu ile ilgili
sınırları belli, açık ve anlaşılır bir fikre ulaştılar.
Bu fikir; İslâm’ı hayata, topluma ve devlete tatbik etmek, davet ve cihad
yolu ile İslâm risaletini tüm dünyaya taşımaktır. Zira bugünkü düşüşün sebebi İslâm’ın
hayattan uzak olmasıdır. İslâm beldelerine genel olarak baktığımızda şunu
görüyoruz: Bu beldelerin hepsine küfür rejimleri ve küfür kanunları hâkimdir.
Suud, Sudan, İran ve diğer bazı beldelerde, evlenme, boşanma, miras vb.
konularda İslâm hükümlerinin bazı yönlerinin uygulanması bu beldelerin
rejimlerinin küfür rejimleri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Müslümanların
yaşadığı bu beldelerin hiçbiri ne yazık ki daru’l İslâm değildir aksine hepsi
daru’l küfürdür. İşte Hizb-ut Tahrir bu beldelerin daru’l küfürden daru’l İslâm’a
dönüşmesinin yani toplumun değişiminin, İslâmi daveti yüklenmek ve İslâmi
hayatı yeniden başlatmak ile gerçekleşebileceğini ortaya koymaktadır. Ümmet
içerisinde bu amaca ulaşmak için fikrî ve siyasi bir çalışmanın yapılması
gerektiğini söylemekte ve bunu Âli İmran 104. ayetteki Allah’ın şu emrine
dayandırmaktadır:
[وَلْتَكُنْ
مِنْكُمْ اُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ
وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِؕ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ]
“İçinizden hayra davet eden (çağıran), iyiliği emredip kötülüğü meneden bir
topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”
Hizb-ut Tahrir, buradaki “hayra davet” amelinin, İslâm’ın tamamına davet
yani İslâm’ın hükümlerinin hayatta topyekûn var olmasına davet ameli olduğunu
söylüyor. İslâm ile hükmetme, iyiliğin ikamesi ve kötülüğün izalesi işinin de
yöneticilere dönük bir eylem olduğunu ifade ediyor. Dolayısıyla da bunun siyasi
bir iş olması hasebiyle toplumsal değişim çalışması yapacak hareketin siyasi
bir parti olması gerektiğini özellikle vurguluyor.
Fiilî olarak daha henüz kurulmamış olduğu dönemde bile Şeyh Takiyyuddîn en-Nebhânî’nin
zihninde Hizb-ut Tahrir hep vardı. Çünkü Nebhânî, yaşadığı dönemin İslâmi
hareketlerini, fikir ve hedeflerini, yöntem ve metodlarını, kitlesel
birlikteliklerini görüyor ve sistemli hareket etmeyen, fikir ve hedefini açık
ve somut bir şekilde belirlemeyen, vakıadan etkilenen ve günlük sorunlara
odaklanarak kazanımlar elde etmeyi düşünen, bu sebeple de zamanla tavizler
vermeye başlayan, hatta daha ileri aşamada hayır kurumu ve tebliğ cemaatine
dönüşen bu hareketlerin yanlışlarını izhar ediyordu. Bununla birlikte,
toplumsal değişim çalışmasının alelade bir iş olmayacağını, rastgele yol ve
yöntemler ile neticeye ulaşılamayacağını da biliyordu. İşte bu doğru düşünüş ve
tecrübe, Hizb-ut Tahrir’in kuruluşunu doğurmuştur.
Toplumsal değişim çalışmasını yapan hareketin, aynı şekilde amacını
gerçekleştirmek ve hedefine ulaşabilmek için bir metot belirlemesi gerekir.
Hizb-ut Tahrir için bu metot; Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın Muhammed SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’i Mekke’de elçi olarak görevlendirmesinden, O SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in Medine’ye hicretiyle birlikte burada ilk İslâm Devleti’nin
kurulmasına kadarki süreçte üzerinde titizlikle hareket edilen yoldur. İşte
Hizb-ut Tahrir’i diğer İslâmi hareketlerden ayıran en bariz yön, hem fikir ve
hedef bakımından hem de metodoloji ve kitlesel bütünlük bakımından sistemli bir
parti olmasıdır.
Hizb-ut Tahrir’i Diğer Hareketlerden Ayıran Bariz Özellikler
İslâmi hayatı başlatmak, beldeleri daru’l İslâm’a dönüştürmek için Hilâfet’in
yeniden ikame edilmesi, Allah’ın indirdikleri ile hükmetme ve bunu yapacak bir halifenin
seçilmesi, siyasi işlerdendir. Dolayısıyla toplumsal değişimi gerçekleştirecek
çalışmanın siyasi bir nitelik taşıması elzemdir. Bu nedenle siyasi çalışma
dışında bir çalışma ile bu amacın gerçekleşmesi mümkün değildir. İslâmi hayatı
yeniden başlatmak amacını taşıyan bir çalışmanın ferdî bir çalışma olarak
kalması da caiz değildir. Aksine kitlesel bir çalışma olmalıdır. Zira ferdî
çalışma İslâmi hayatı yeniden başlatma hedefini gerçekleştirme gücünden yoksun
kalır. Ayrıca akli ve düşünsel kabiliyetleri ne kadar yüksek olsa da ferdin tek
başına böyle bir hedefi gerçekleştirmesi mümkün değildir. İşte bu sebeplerden
hareketle çalışmanın bir cemaat/kitle ile gerçekleştirilmesi ve bu çalışmanın
siyasi bir çalışma olması gerekir.
Siyasi olmayan çalışmalardan ne kastedilmektedir?
Mesela; okul ve hastane yaptırmak, fakirlere, yetimlere ve düşkünlere
yardım etmek gibi hayır işleri ile uğraşan kitleleri düşünelim. Bugün bu tür
işleri yapan çok fazla çalışma var. Her ne kadar İslâm, hayır işleri yapma
noktasında Müslümanları teşvik etmişse de bu tür işlerin, Müslümanların ölüm-kalım
meselesini çözme noktasına bir katkıları olmaz; bugüne kadar olmadığını da
gördük. Bu tür çalışmalarla Hilâfet’in ikamesinin gerçekleştirilmesi mümkün
değildir. Ayrıca kitlelerin uğraştıkları hayır işleri süreklilik arz eden
işlerdendir. Süreklilik arz eden işleri gerçekleştirmek fert ve cemaatlerin
başarabileceği işler değildir. Çünkü küfrün hâkim olduğu bir ortamda, sömürgeci
Batılı devletlerin egemen olduğu topraklarda bu tür işlerle Müslümanlar hep
muhatap olmak zorunda kalacaklar. Dolayısıyla bu işlerin sorumluluğu
cemaatlerin değil devletindir.
Yine, halkı ibadetlere ve sünnetlere sarılmaya çağıran gruplar var ki onlar
ile ilgili şunu söyleyebiliriz: İbadet
ve sünnetlere sahip çıkmak İslâm’ın teşvik ettiği fiillerdir. Zira bu tür
fiiller İslâm’dandır ve Müslümanlara vacip kılınan hayırdan birer parçadırlar.
Ancak insanları sadece ibadet ve sünnetlere sarılmaya davet etmek, İslâm’ın bir
parçasına çağırmak olur ki geriye kalan tüm farzların edası tek başına bu
çalışma ile tamamlanamaz. O halde Müslümanları sadece ibadetlere ve sünnete
çağırmak, Allah’ın hükümlerini hâkim kılma sorumluluğuna karşı kayıtsız
kalmaktır.
Bunun gibi İslâmi kültürü
yaymak için kitap telifi yapan, vaaz ve irşat işleri ile meşgul olan gruplar da
siyasi olmayan çalışmalar yapmaktadırlar. Bu tür çalışmalar
Müslümanları içinde bulundukları fikrî çöküntüden kurtarmaz. Çünkü sahip olunan
fikirler, amel edilmek için siyasi amaçla taşınmıyor ve hayatta uygulanma
makamına getirilmek için uğrunda çalışılmıyor. Böyle olunca da kişilerin
zihinlerinde akademik fikirler olmaktan öteye geçemiyor. Her yıl İslâmi
ilimlerin okutulduğu Türkiye’deki ilahiyat fakülteleri ve diğer beldelerdeki
üniversitelerden binlerce öğrenci mezun olmakta ancak bu öğrenciler pratik
sorunlara İslâmi manada hiçbir çözüm sunamamaktadırlar. Aynı zamanda bu tür bir
ilmî meşguliyet, İslâm’ı tekrar hayata, devlete ve topluma hâkim kılacak Hilâfet’in
ikamesi noktasında izlenecek bir yol değildir.
Bir de, toplumu ıslah etmek için güzel ahlaka
çağıran grup ve kuruluşlar var. Elbette güzel ahlaka çağrı, hayra
çağrıdır. Ancak bu çağrı, İslâm hükümlerinin küçük bir bölümüne davetten
ibarettir. Hâlbuki doğru olan, davetin tüm İslâm hükümlerine ve onların
tatbikine yönelik olmasıdır. İslâm’ın hayat, devlet ve toplumda uygulanması
böyle gerçekleşir. Güzel ahlaka davet, sadece ferdi ilgilendiren kişisel
farzlara davettir. Devlet, hayat ve toplumu kapsayan genel hükümlere daveti
kapsamamaktadır. Ayrıca ahlak, insanların davranışlarına yansıyan
huy/özelliklerdir. Eğer toplumda küfür hükümleri uygulanıyorsa insanların davranışları
ve ahlakı ona göre şekillenir. Küfür hükümlerinin uygulandığı bir toplumda
insanların genelinden nasıl güzel ahlak beklenebilir?
Hülasa Müslümanların ölüm-kalım meselesinin çözümü, Hilâfet’i yeniden ikame
etmek ve Allah’ın indirdiği hükümleri yeniden hayata döndürmek için siyasi
özellikteki kitlelerin kurulması ile mümkündür. İşte onun için Hizb-ut Tahrir,
fikrî ve siyasi bir çalışma yapmak üzere kurulmuş İslâmi bir partidir. Siyaset
onun çalışma sahası, İslâm ise ideolojisidir. O, ne hayatla alakası olmayan
ruhbansı bir yapı, ne ilim ve öğretimle ilgilenen bir eğitim kurumu ne de hayır
işleri ile uğraşan bir teşkilattır. Hizb-ut Tahrir, İslâm düşüncesine dayalı
siyasi bir kitleleşmedir.
Hizb-ut Tahrir’in Gayesi ve Hareket Metodu
Hizb-ut Tahrir’in gayesi ve hareket metodunun ne olduğu konusunda
yayınladığı birçok neşriyatta detaylı bilgi mevcuttur. Köklü Değişim Yayınları’ndan
çıkardığımız, “Kendi Dilinden Hizb-ut Tahrir ve Hilâfet” İsimli kitapta Hizb-ut
Tahrir’in gayesini şu şekilde ifade ettik:
“Hizb-ut Tahrir’in gayesi, İslâmi hayatı yeniden başlatmak, Allah’ın
indirdiğiyle hükmetmek ve insanlığın kurtuluşu için İslâm’ı tüm dünyaya
yaymaktır. Bu gaye ancak bir İslâm beldesinde, hayatın tüm işlerinin Allah’ın
hükümlerine göre yürütüldüğü İslâmi bir toplumda yani Allah’ın hükmünün egemen
olduğu İslâmi bir devletin gölgesinde gerçekleşebilir. Bu nedenle Hizb-ut
Tahrir, çalışmasını İslâmi hayatı başlatacak İslâm Devleti’nin kurulması gayesi
ile sınırlandırmıştır. İslâmi hayatı yeniden başlatmak ancak Allah’ın Kitabı ve
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Sünneti üzerine itaat edilmek üzere
biat edilen Müslümanların halifesinin seçilerek Hilâfet’in yeniden kurulması
ile gerçekleşebilir.”
Hareket metoduna gelince; Hizb-ut Tahrir, İslâm davetini yüklenmede
izleyeceği yolu şer’î hükümlerden almış, davetin yüklenilmesi konusunda
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in hareket metodunu takip
etmiştir. Çünkü Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın emri, bu konuda Hizb-ut
Tahrir’i bağlayıcı kıldığı gibi Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in
metoduna uymayı Müslümanlara da farz kılmaktadır. Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’e tabi olmak ve uymanın Müslümanlar üzerine farz olduğuna
dair pek çok ayet var ancak Haşr Suresi 7. ayet bu konu için tek başına yeterli
bir delildir:
[وَمَا آتَاكُمُ
الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ
اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ] “Rasul size her ne
getirdiyse onu alın ve sizi her neyden men ettiyse ondan da kaçının. Allah’tan
korkun, şüphesiz Allah’ın azabı çetindir.”[1]
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in toplumsal değişim
çalışmasını incelediğimizde davetin başladığı Mekke’den ilk İslâm Devleti’nin
kurulduğu Medine’ye kadarki dönemde Rasulullah’ın belirli merhalelerden
geçtiğini görürüz. İşte Hizb-ut Tahrir, bu merhaleleri ve her merhalede
gerçekleştirilmesi gereken amelleri çalışma metodunun birer parçası kıldı ve
İslâm davetinde izlediği metodu şu üç merhaleyle sınırlandırdı:
Birincisi: marufu emredip münkerden nehyederek ümmete öncülük
edecek kitleyi (hizbi) oluşturmak üzere, onun fikrine ve metoduna inanan
şahıslar ortaya çıkarma ve onları İslâm kültürü ile kültürlendirmedir. Hizb-ut
Tahrir bu merhaleyi kısaca “kitleleşme” olarak isimlendirmektedir.
İkincisi: İslâm’ı hayat vakıasında ortaya çıkarmaya çalışmak,
Müslümanları gayri İslâmi fikirlerden arındırmak ve İslâm davasını temel dava
olarak kabul edip onu yüklenmeleri için “ümmetle kaynaşmak”. Bu merhale
toplumun İslâm ideolojisini kendi ideolojisi olarak kabul edip savunur hâle
gelinceye kadar devam eder. Bu merhale de mücadele merhalesidir. Bu merhalede İslâm’ın
karşısındaki fikir ve düşüncelere açıkça meydan okunur, sömürgecilerin ve
onlarla işbirliği içinde olan Müslüman beldelerdeki rejimlerin kirli plan ve
projeleri deşifre edilir. Bu meydan okuma rejim ve yönetimler ile uzlaşma,
onlara kompliman yapma ihtimallerini ortadan kaldırır.
Üçüncüsü: İslâm’ı tam ve kapsamlı bir biçimde tatbik etmenin,
risaleti tüm dünyaya ulaştırmanın yolunu açacak olan yönetimi tümden teslim almaktır.
Son söz; bugün Müslümanların yaşadığı beldelerde İslâmi bir toplum
bulunmamaktadır. Müslümanların fikirleri, duyguları bir olmakla beraber
aralarındaki ilişkileri düzenleyen nizamları bir değildir. Bir toplumun İslâmi
toplum olabilmesi için bu nizamların İslâm’dan olması gerekir. Müslümanlar
üzerinde uygulanan nizamlar ise küfür nizamlarıdır. İşte Hizb-ut Tahrir bu
nizamların İslâm nizamıyla değiştirilmesi ve İslâmi toplumun yeniden tesis
edilebilmesi için İslâmi hayatı başlatacak Hilâfet Devleti’ni kurmak için
çalışmaktadır. Hizb-ut Tahrir, kuruluş amacını marufu emretme ve münkerden
nehyetme farzı ile delillendirmiştir. Marufu emretme ve münkerden nehyetme işi
ise siyasi bir iştir. Toplumsal değişim çalışması ve kalkınma yolunda ilerleme
ancak İslâm’ın topyekûn hayata hâkim kılınması ile gerçekleşebilir. Bu ise
ancak Hilâfet’in ikamesi ile olur. Hilâfet’in ikamesi ve Allah’ın hükmünün
hâkim olması için yapılacak çalışma siyasi bir kitle-parti tarafından
yürütülmelidir. Bu partinin siyasi bir parti olması elzemdir. Zira Hilâfet’in
kurulması ve halifenin seçilmesi işi, siyasi bir iştir. Aynı şekilde Allah’ın
indirdikleri ile hükmetmek de siyasi bir çalışmadır. Bu nedenle siyasi çalışma
dışında bir yöntem ile toplumsal değişimin ve kalkınmanın gerçekleşmesi mümkün
değildir.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış