Toplumsal Değişim Çalışmalarında Hizb-ut Tahrir Örneği

Mahmut Kar

Toplumsal değişim isteği, toplumun içinde yaşadığı hâl/durum ile ilgili bir rahatsızlığın varlığına işaret eder. Çünkü hâlinden memnun olan kimse değişim istemez. Değişim, öncelikle memnuniyetsizliği oluşturan vakıayı hissetmeyi ve peşinden o durumdan kurtulmayı gerçekleştirecek bir fikir ile irade ortaya koymayı gerektirir. Toplumun içinde bulunduğu durum hissedilmeden, bu durumdan kurtulma iradesi gösterilmeden değişimin gerçekleşmesi mümkün değildir. Dolayısıyla toplumsal değişim çalışmalarının doğruları ve yanlışlarının, başarı ve başarısızlık nedenlerinin iki mesele ile direk ilişkisi bulunmaktadır. Bunların birincisi; toplumun içinde bulunduğu durumun doğru bir şekilde ihsas edilmesi, ikincisi ise bu durumdan kurtulmak ve kalkınmak için doğru fikir ile sahih bir iradenin ortaya konulmasıdır.

Toplumun içinde bulunduğu durumu ele aldığımızda gördüğümüz şudur: Hicri 6. asırdan sonra İslâm’ın dili olan Arapçaya ve şer’i içtihada önemin azalması ile Müslümanlarda fikrî bir gerileme başladı. Daha sonra İslâm davetinin yayılmasının metodu olan cihadın terkedilmesi ile birlikte Müslümanlarda ideolojik yayılma ve ilerleme durdu. Buna mukabil 18. yüzyılda gerçekleşen Fransız İhtilali ile birlikte Batı dünyası, fikrî, siyasi, askerî ve iktisadi alanda köklü değişikliklere gitti ve maddi bir kalkınma gerçekleştirdi. Maddi kalkınmayı sürdürülebilir kılmak sanayiler için hammadde ve yeni pazarlar bulmayı gerektirdi. Bu sömürgeci hırs ile Batılı devletler gözlerini İslâm beldelerine diktiler. Ancak Osmanlı Hilâfet Devleti’nin hükmünde olan bu toprakları sömürebilmeleri için önce Müslüman halkı kültürel işgale tabi tutmaları gerekiyordu. Müslümanlar önce bu kültürel işgal girişimine maruz kaldılar, daha sonra toprakları ve servetleri sömürülmeye başlandı. Dolayısıyla İslâm toplumunun geri kalmışlığının esasi sebebinin, toprakların işgali, savaşların yenilgi ile sonuçlanması ve servetlerin çalınması değil bütün bunlardan önce fikrî düşüş olduğunu çok rahat söyleyebiliriz.

Peki, Müslümanlar bu geri kalmışlığı, bu düşüş hâlini, harabeye dönmüş memleketlerin vaziyetini acaba hissedebildiler mi? Çünkü bu hâl, bu menfur vaziyet, normalde hareketsizliği kabul etmez. Uykudan uyanmayı, kımıldamayı, oturduğu yerden kalkmayı, hareketsizliğe son verip değişimi istemeyi gerektirir. Bıçak kemiğe dayanmış durumdayken hissizlik ancak ölüm ya da koma hâli ile izah edilebilir. Zira toplum için değişim zaruridir; donukluğa ve durağanlığa yer yoktur; kaderciliğe boyun eğmek toplum için büyük bir tehlikedir. Dolayısıyla toplumda meydana gelen şiddetli iç sarsıntılar doğal olarak Müslümanlarda bir canlılığın doğmasına sebep olur.

Müslümanlar; bütün varlıklarını derinden sarsan, topraklarını parçalayan, ümmeti milliyetçilik ve vatancılık düşüncesi ile bölüp fırkalara ayıran ve şiddeti Osmanlı Hilâfet Devleti’nin yıkılmasına kadar ulaşan ilk büyük sarsıntıyı 20. yüzyılın başında geçirdiler. İslâm, bu sarsıntı sonucunda hayattan, devletten ve toplumdan uzaklaştırıldı. Sonuçta bütün İslâm beldeleri küfür rejimleri eliyle yönetilmeye ve toplum üzerinde küfür hükümleri uygulanmaya başladı. İkinci sarsıntı Mescid-i Aksa topraklarının Yahudiler tarafından işgal edilmesi ve mübarek belde üzerinde “İsrail” varlığının kurulması ile yaşandı. Bu iki büyük sarsıntının şokuyla harekete geçen Müslümanlar bir şeyler yapmaya kalkıştılar, kurtulmak için bazı girişimlerde bulundular, ancak kurtulamadılar. Çünkü sarsıntıların tesiri ile Müslümanlarda oluşan duyarlılık tek başına değişim ve kalkınma için yeterli gelmedi, başka bir şeye ihtiyaç vardı. İşte o şey, kalkınmak için gerekli olan fikir ve sahih iradedir.

Toplumun içinde bulunduğu düşüş hâli ve bozuk vakıa hissedildikten sonra değişim ve kalkınma için ikinci mesele olmazsa olmazdır. İkinci mesele şudur: Toplumu derin çukurdan çıkarmak, prangalardan kurtarmak ve kalkındırmak istiyorsak yani değişim, zihinleri meşgul ediyorsa kalkınmayı ve ilerlemeyi mümkün kılan yolun ne olduğunun araştırılması gerekir. Çünkü tek başına değişim isteği kalkınmayı gerçekleştirmeye yetmez; o sadece vakıaya karşı refleksî bir tepki olarak kalır. Dolayısıyla toplumsal değişim için sahih iradenin olması kaçınılmazdır. Sahih irade değişim ile ilgili isteğin vahiy kaynaklı bir noktaya taşınmasıdır. Değişimin ve kalkınma yolunun ne olduğunun vahiy ile bilinmesidir. Zira değişimi gerçekleştirecek fikir de kalkınmaya götürecek yol da o vahyin içindedir.

Müslümanların yaşadığı o ilk sarsıntıdan sonra bazı değişim hareketleri kuruldu. Onlar, ümmetin içinde bulunduğu düşüş halinin vakıasını hissettiler; bazı çalışmalar yaptılar ancak bu düşüşün sebebini ve kalkınma yolunu sistemli ve dakik bir şekilde maalesef ortaya koyamadılar.

Değişimin Fikrinin ve Kalkınma Yolunun Bilinmesi

“Değişimin fikrinin ve kalkınma yolunun bilinmesi mutlak bir çalışmayı gerektirir” demiştim; bu çalışma ümmetin geçmişini, bugününü ve geleceğini, milletlerin tarihini ve kalkınma yollarını kapsayacak fikrî bir çalışma olmalıdır. Ümmet içinde bu çalışmanın yapılması elzemdir. Çünkü ancak bu fikrî çalışma ile sorunlara çare ve çözümler üretilebilir; ancak bu fikri çalışma ile toplumsal değişim ve kalkınma gerçekleşebilir.

Müslümanların yaşadığı ikinci sarsıntıdan sonra bahsettiğimiz bu çalışmayı yapan bir siyasi parti kuruldu. Bu parti, Takiyyuddîn en-Nebhânî [Allah onlar razı olsun] tarafından Filistin’de kurulan Hizb-ut Tahrir’dir. Müslümanların yaşadığı felaketleri hisseden Nebhânî ve arkadaşları [Allah onlardan razı olsun] ümmetin bugününü ve geçmişini gerçekçi bir şekilde ele alarak Müslümanların uğradığı felaketleri, komploları, yenilgileri ve bunların nedenlerini detaylı şekilde incelediler. Bununla birlikte toplumun fikir ve duygularını, ümmetin yöneticiler ile olan ilişkilerini, rejimleri ve bu rejimlerin toplum üzerinde uyguladıkları nizamları tafsilatlı bir şekilde ele aldılar. Ayrıca bu değerlendirmeler ile beraber İslâm davetinin ilk yüklenicileri olan sahabe toplumunun ve Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in toplumsal değişim çalışmasını en ayrıntısına varana dek tetkik ettiler. Çünkü Rasulullah ve sahabe toplumunun çalışmasının somut bir başarıyı gösterdiğini ve başarının yolunun yine sünnetullah olduğunu gördüler. Bu inceleme ve araştırmalardan sonra diğer İslâmi ve gayri İslâmi hareketleri gözden geçirip onlarda var olan düşünce ve bilgileri de İslâm’ın hükümleri ile karşılaştırdılar. Tüm bunlardan sonra değişim ve kalkınma yolu ile ilgili sınırları belli, açık ve anlaşılır bir fikre ulaştılar.

Bu fikir; İslâm’ı hayata, topluma ve devlete tatbik etmek, davet ve cihad yolu ile İslâm risaletini tüm dünyaya taşımaktır. Zira bugünkü düşüşün sebebi İslâm’ın hayattan uzak olmasıdır. İslâm beldelerine genel olarak baktığımızda şunu görüyoruz: Bu beldelerin hepsine küfür rejimleri ve küfür kanunları hâkimdir. Suud, Sudan, İran ve diğer bazı beldelerde, evlenme, boşanma, miras vb. konularda İslâm hükümlerinin bazı yönlerinin uygulanması bu beldelerin rejimlerinin küfür rejimleri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Müslümanların yaşadığı bu beldelerin hiçbiri ne yazık ki daru’l İslâm değildir aksine hepsi daru’l küfürdür. İşte Hizb-ut Tahrir bu beldelerin daru’l küfürden daru’l İslâm’a dönüşmesinin yani toplumun değişiminin, İslâmi daveti yüklenmek ve İslâmi hayatı yeniden başlatmak ile gerçekleşebileceğini ortaya koymaktadır. Ümmet içerisinde bu amaca ulaşmak için fikrî ve siyasi bir çalışmanın yapılması gerektiğini söylemekte ve bunu Âli İmran 104. ayetteki Allah’ın şu emrine dayandırmaktadır:

[وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ اُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِؕ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ] “İçinizden hayra davet eden (çağıran), iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”

Hizb-ut Tahrir, buradaki “hayra davet” amelinin, İslâm’ın tamamına davet yani İslâm’ın hükümlerinin hayatta topyekûn var olmasına davet ameli olduğunu söylüyor. İslâm ile hükmetme, iyiliğin ikamesi ve kötülüğün izalesi işinin de yöneticilere dönük bir eylem olduğunu ifade ediyor. Dolayısıyla da bunun siyasi bir iş olması hasebiyle toplumsal değişim çalışması yapacak hareketin siyasi bir parti olması gerektiğini özellikle vurguluyor.

Fiilî olarak daha henüz kurulmamış olduğu dönemde bile Şeyh Takiyyuddîn en-Nebhânî’nin zihninde Hizb-ut Tahrir hep vardı. Çünkü Nebhânî, yaşadığı dönemin İslâmi hareketlerini, fikir ve hedeflerini, yöntem ve metodlarını, kitlesel birlikteliklerini görüyor ve sistemli hareket etmeyen, fikir ve hedefini açık ve somut bir şekilde belirlemeyen, vakıadan etkilenen ve günlük sorunlara odaklanarak kazanımlar elde etmeyi düşünen, bu sebeple de zamanla tavizler vermeye başlayan, hatta daha ileri aşamada hayır kurumu ve tebliğ cemaatine dönüşen bu hareketlerin yanlışlarını izhar ediyordu. Bununla birlikte, toplumsal değişim çalışmasının alelade bir iş olmayacağını, rastgele yol ve yöntemler ile neticeye ulaşılamayacağını da biliyordu. İşte bu doğru düşünüş ve tecrübe, Hizb-ut Tahrir’in kuruluşunu doğurmuştur.  

Toplumsal değişim çalışmasını yapan hareketin, aynı şekilde amacını gerçekleştirmek ve hedefine ulaşabilmek için bir metot belirlemesi gerekir. Hizb-ut Tahrir için bu metot; Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i Mekke’de elçi olarak görevlendirmesinden, O SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Medine’ye hicretiyle birlikte burada ilk İslâm Devleti’nin kurulmasına kadarki süreçte üzerinde titizlikle hareket edilen yoldur. İşte Hizb-ut Tahrir’i diğer İslâmi hareketlerden ayıran en bariz yön, hem fikir ve hedef bakımından hem de metodoloji ve kitlesel bütünlük bakımından sistemli bir parti olmasıdır.

Hizb-ut Tahrir’i Diğer Hareketlerden Ayıran Bariz Özellikler

İslâmi hayatı başlatmak, beldeleri daru’l İslâm’a dönüştürmek için Hilâfet’in yeniden ikame edilmesi, Allah’ın indirdikleri ile hükmetme ve bunu yapacak bir halifenin seçilmesi, siyasi işlerdendir. Dolayısıyla toplumsal değişimi gerçekleştirecek çalışmanın siyasi bir nitelik taşıması elzemdir. Bu nedenle siyasi çalışma dışında bir çalışma ile bu amacın gerçekleşmesi mümkün değildir. İslâmi hayatı yeniden başlatmak amacını taşıyan bir çalışmanın ferdî bir çalışma olarak kalması da caiz değildir. Aksine kitlesel bir çalışma olmalıdır. Zira ferdî çalışma İslâmi hayatı yeniden başlatma hedefini gerçekleştirme gücünden yoksun kalır. Ayrıca akli ve düşünsel kabiliyetleri ne kadar yüksek olsa da ferdin tek başına böyle bir hedefi gerçekleştirmesi mümkün değildir. İşte bu sebeplerden hareketle çalışmanın bir cemaat/kitle ile gerçekleştirilmesi ve bu çalışmanın siyasi bir çalışma olması gerekir.

Siyasi olmayan çalışmalardan ne kastedilmektedir?

Mesela; okul ve hastane yaptırmak, fakirlere, yetimlere ve düşkünlere yardım etmek gibi hayır işleri ile uğraşan kitleleri düşünelim. Bugün bu tür işleri yapan çok fazla çalışma var. Her ne kadar İslâm, hayır işleri yapma noktasında Müslümanları teşvik etmişse de bu tür işlerin, Müslümanların ölüm-kalım meselesini çözme noktasına bir katkıları olmaz; bugüne kadar olmadığını da gördük. Bu tür çalışmalarla Hilâfet’in ikamesinin gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Ayrıca kitlelerin uğraştıkları hayır işleri süreklilik arz eden işlerdendir. Süreklilik arz eden işleri gerçekleştirmek fert ve cemaatlerin başarabileceği işler değildir. Çünkü küfrün hâkim olduğu bir ortamda, sömürgeci Batılı devletlerin egemen olduğu topraklarda bu tür işlerle Müslümanlar hep muhatap olmak zorunda kalacaklar. Dolayısıyla bu işlerin sorumluluğu cemaatlerin değil devletindir.

Yine, halkı ibadetlere ve sünnetlere sarılmaya çağıran gruplar var ki onlar ile ilgili şunu söyleyebiliriz: İbadet ve sünnetlere sahip çıkmak İslâm’ın teşvik ettiği fiillerdir. Zira bu tür fiiller İslâm’dandır ve Müslümanlara vacip kılınan hayırdan birer parçadırlar. Ancak insanları sadece ibadet ve sünnetlere sarılmaya davet etmek, İslâm’ın bir parçasına çağırmak olur ki geriye kalan tüm farzların edası tek başına bu çalışma ile tamamlanamaz. O halde Müslümanları sadece ibadetlere ve sünnete çağırmak, Allah’ın hükümlerini hâkim kılma sorumluluğuna karşı kayıtsız kalmaktır.

Bunun gibi İslâmi kültürü yaymak için kitap telifi yapan, vaaz ve irşat işleri ile meşgul olan gruplar da siyasi olmayan çalışmalar yapmaktadırlar. Bu tür çalışmalar Müslümanları içinde bulundukları fikrî çöküntüden kurtarmaz. Çünkü sahip olunan fikirler, amel edilmek için siyasi amaçla taşınmıyor ve hayatta uygulanma makamına getirilmek için uğrunda çalışılmıyor. Böyle olunca da kişilerin zihinlerinde akademik fikirler olmaktan öteye geçemiyor. Her yıl İslâmi ilimlerin okutulduğu Türkiye’deki ilahiyat fakülteleri ve diğer beldelerdeki üniversitelerden binlerce öğrenci mezun olmakta ancak bu öğrenciler pratik sorunlara İslâmi manada hiçbir çözüm sunamamaktadırlar. Aynı zamanda bu tür bir ilmî meşguliyet, İslâm’ı tekrar hayata, devlete ve topluma hâkim kılacak Hilâfet’in ikamesi noktasında izlenecek bir yol değildir.

Bir de, toplumu ıslah etmek için güzel ahlaka çağıran grup ve kuruluşlar var. Elbette güzel ahlaka çağrı, hayra çağrıdır. Ancak bu çağrı, İslâm hükümlerinin küçük bir bölümüne davetten ibarettir. Hâlbuki doğru olan, davetin tüm İslâm hükümlerine ve onların tatbikine yönelik olmasıdır. İslâm’ın hayat, devlet ve toplumda uygulanması böyle gerçekleşir. Güzel ahlaka davet, sadece ferdi ilgilendiren kişisel farzlara davettir. Devlet, hayat ve toplumu kapsayan genel hükümlere daveti kapsamamaktadır. Ayrıca ahlak, insanların davranışlarına yansıyan huy/özelliklerdir. Eğer toplumda küfür hükümleri uygulanıyorsa insanların davranışları ve ahlakı ona göre şekillenir. Küfür hükümlerinin uygulandığı bir toplumda insanların genelinden nasıl güzel ahlak beklenebilir?

Hülasa Müslümanların ölüm-kalım meselesinin çözümü, Hilâfet’i yeniden ikame etmek ve Allah’ın indirdiği hükümleri yeniden hayata döndürmek için siyasi özellikteki kitlelerin kurulması ile mümkündür. İşte onun için Hizb-ut Tahrir, fikrî ve siyasi bir çalışma yapmak üzere kurulmuş İslâmi bir partidir. Siyaset onun çalışma sahası, İslâm ise ideolojisidir. O, ne hayatla alakası olmayan ruhbansı bir yapı, ne ilim ve öğretimle ilgilenen bir eğitim kurumu ne de hayır işleri ile uğraşan bir teşkilattır. Hizb-ut Tahrir, İslâm düşüncesine dayalı siyasi bir kitleleşmedir.

Hizb-ut Tahrir’in Gayesi ve Hareket Metodu

Hizb-ut Tahrir’in gayesi ve hareket metodunun ne olduğu konusunda yayınladığı birçok neşriyatta detaylı bilgi mevcuttur. Köklü Değişim Yayınları’ndan çıkardığımız, “Kendi Dilinden Hizb-ut Tahrir ve Hilâfet” İsimli kitapta Hizb-ut Tahrir’in gayesini şu şekilde ifade ettik:

“Hizb-ut Tahrir’in gayesi, İslâmi hayatı yeniden başlatmak, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmek ve insanlığın kurtuluşu için İslâm’ı tüm dünyaya yaymaktır. Bu gaye ancak bir İslâm beldesinde, hayatın tüm işlerinin Allah’ın hükümlerine göre yürütüldüğü İslâmi bir toplumda yani Allah’ın hükmünün egemen olduğu İslâmi bir devletin gölgesinde gerçekleşebilir. Bu nedenle Hizb-ut Tahrir, çalışmasını İslâmi hayatı başlatacak İslâm Devleti’nin kurulması gayesi ile sınırlandırmıştır. İslâmi hayatı yeniden başlatmak ancak Allah’ın Kitabı ve Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Sünneti üzerine itaat edilmek üzere biat edilen Müslümanların halifesinin seçilerek Hilâfet’in yeniden kurulması ile gerçekleşebilir.”

Hareket metoduna gelince; Hizb-ut Tahrir, İslâm davetini yüklenmede izleyeceği yolu şer’î hükümlerden almış, davetin yüklenilmesi konusunda Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in hareket metodunu takip etmiştir. Çünkü Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın emri, bu konuda Hizb-ut Tahrir’i bağlayıcı kıldığı gibi Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in metoduna uymayı Müslümanlara da farz kılmaktadır. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e tabi olmak ve uymanın Müslümanlar üzerine farz olduğuna dair pek çok ayet var ancak Haşr Suresi 7. ayet bu konu için tek başına yeterli bir delildir:

[وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ] “Rasul size her ne getirdiyse onu alın ve sizi her neyden men ettiyse ondan da kaçının. Allah’tan korkun, şüphesiz Allah’ın azabı çetindir.”[1]

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in toplumsal değişim çalışmasını incelediğimizde davetin başladığı Mekke’den ilk İslâm Devleti’nin kurulduğu Medine’ye kadarki dönemde Rasulullah’ın belirli merhalelerden geçtiğini görürüz. İşte Hizb-ut Tahrir, bu merhaleleri ve her merhalede gerçekleştirilmesi gereken amelleri çalışma metodunun birer parçası kıldı ve İslâm davetinde izlediği metodu şu üç merhaleyle sınırlandırdı:

Birincisi: marufu emredip münkerden nehyederek ümmete öncülük edecek kitleyi (hizbi) oluşturmak üzere, onun fikrine ve metoduna inanan şahıslar ortaya çıkarma ve onları İslâm kültürü ile kültürlendirmedir. Hizb-ut Tahrir bu merhaleyi kısaca “kitleleşme” olarak isimlendirmektedir.

İkincisi: İslâm’ı hayat vakıasında ortaya çıkarmaya çalışmak, Müslümanları gayri İslâmi fikirlerden arındırmak ve İslâm davasını temel dava olarak kabul edip onu yüklenmeleri için “ümmetle kaynaşmak”. Bu merhale toplumun İslâm ideolojisini kendi ideolojisi olarak kabul edip savunur hâle gelinceye kadar devam eder. Bu merhale de mücadele merhalesidir. Bu merhalede İslâm’ın karşısındaki fikir ve düşüncelere açıkça meydan okunur, sömürgecilerin ve onlarla işbirliği içinde olan Müslüman beldelerdeki rejimlerin kirli plan ve projeleri deşifre edilir. Bu meydan okuma rejim ve yönetimler ile uzlaşma, onlara kompliman yapma ihtimallerini ortadan kaldırır.

Üçüncüsü: İslâm’ı tam ve kapsamlı bir biçimde tatbik etmenin, risaleti tüm dünyaya ulaştırmanın yolunu açacak olan yönetimi tümden teslim almaktır.

Son söz; bugün Müslümanların yaşadığı beldelerde İslâmi bir toplum bulunmamaktadır. Müslümanların fikirleri, duyguları bir olmakla beraber aralarındaki ilişkileri düzenleyen nizamları bir değildir. Bir toplumun İslâmi toplum olabilmesi için bu nizamların İslâm’dan olması gerekir. Müslümanlar üzerinde uygulanan nizamlar ise küfür nizamlarıdır. İşte Hizb-ut Tahrir bu nizamların İslâm nizamıyla değiştirilmesi ve İslâmi toplumun yeniden tesis edilebilmesi için İslâmi hayatı başlatacak Hilâfet Devleti’ni kurmak için çalışmaktadır. Hizb-ut Tahrir, kuruluş amacını marufu emretme ve münkerden nehyetme farzı ile delillendirmiştir. Marufu emretme ve münkerden nehyetme işi ise siyasi bir iştir. Toplumsal değişim çalışması ve kalkınma yolunda ilerleme ancak İslâm’ın topyekûn hayata hâkim kılınması ile gerçekleşebilir. Bu ise ancak Hilâfet’in ikamesi ile olur. Hilâfet’in ikamesi ve Allah’ın hükmünün hâkim olması için yapılacak çalışma siyasi bir kitle-parti tarafından yürütülmelidir. Bu partinin siyasi bir parti olması elzemdir. Zira Hilâfet’in kurulması ve halifenin seçilmesi işi, siyasi bir iştir. Aynı şekilde Allah’ın indirdikleri ile hükmetmek de siyasi bir çalışmadır. Bu nedenle siyasi çalışma dışında bir yöntem ile toplumsal değişimin ve kalkınmanın gerçekleşmesi mümkün değildir.

 

 



[1] Haşr Suresi 7


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz