SAHTE DEĞİŞİMİN GARİP EMARELERİ

İbrahim Er


Türkiye’de, Cumhuriyet tarihini bilenler ve bu tarihin aktörlüğünü yapanlar açısından son on yılda meydana gelen değişikliklerin daha önceden hayal edilmesi bile çok zordur. Devletin yapısı ve işleyişi ile tamamen aynı anlama gelen ulusalcı “kırmızıçizgilerin” ihlal edilmesi ve gerçekleştirilen büyük tasfiye, devlet içindeki güç dengelerinin değişmesine sebep olarak Devletin yapısı ve işleyişi üzerinde önemli değişiklikler meydana getirmiştir. Böylesi bir değişimin gerçekleşmesinde elbette mağrur Ulusalcı zümrenin kendilerine ve oluşturdukları Anayasal düzene(!) olan aşırı güvelerinin yanında, ABD destekli liberallerin yoğun mesailerinin ve enerjilerini bu yolda boşu boşuna harcayan Müslümanların gayretlerinin rolü de büyüktür.

12 Haziran 2007 tarihinde bir ihbar üzerine yapılan aramada Ümraniye’de bir gecekonduda bulunan mühimmat ve bunlarla ilgili kişilerin gözaltına alınmasıyla fitili ateşlenen bu süreç, birbirini takip eden ve çeşitli isimler altında başlatılan soruşturmalarla birkaç koldan birbiriyle bağlantılı olarak yürütülmüştür. Bugün dördüncü yılını dolduran ve 196. Duruşmayı geride bırakan bu sürecin ilk davası olan I. Ergenekon Davası ve beraberinde görülen diğer davaların teferruatlarına girmeye gerek yoktur. Bunlarla ilgili zaten yazılı ve görsel basında bugüne kadar binlerce haber çıkmıştır. Burada önemli olan; Ümraniye’deki baskınla başlayan Ergenekon soruşturmasından, geçtiğimiz Ağustos ayı YAŞ (Yüksek Askerî Şura) toplantıları öncesi emekliliğini isteyip görevinden ayrılan Genelkurmay Başkanı Org. Işık Koşaner’in ses kayıtlarına kadar geçen zaman dilimi ve bu mesele ile ilgili yaşanan son gelişmelerdir.

AKP Hükümeti’nin ulusal yapıya yönelik hamlelerinde mevcut hukuk sistemini çok iyi kullandığı aşikârdır. Şu ana kadar onlarca dava açılmış ve yüzlerce kişi sanık sandalyesine oturtulmuş ve bunların bir kısmı da tutuklu olarak yargılanmaya devam etmek zorunda kalmıştır. Şu anda cezaevlerinde bu dava sanıkları içinde dört yıldan beri tutuklu bulunanlar vardır. Bugün artık I. Ergenekon Davasında 196. Duruşmaya gelinmiştir. Bilindiği üzere Ergenekon davaları, Devlet içerisinde oluşmuş derin yapıyı, bir başka ifadeyle derin devleti ortadan kaldırmayı amaçlayan davalardır. Muhatapları/sanıkları arasında siviller bulunduğu gibi özellikle emekli askerlerden oluşan ordu mensupları da bulunmaktadır. Bu davalarla birleştirilen alt davalarla birlikte soruşturmalar çok geniş bir perspektifte devam etmektedir. Mesela, I. Ergenekon Davasına “Danıştay Saldırısı Davası, Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi Derneği Davası, Cumhuriyet Gazetesi’ne Saldırı Davası, vs.” şeklindeki davalar da ilave edilmiştir. Bu ilavelerle dava, 108 sanıklı bir dava haline gelmiştir. Aynı şekilde II. Ergenekon Davasında da alt davalarla birlikte şu an 118 sanık bulunmaktadır. Yine ana davalardan olan Poyrazköy Davasında; “Amirallere Suikast ve Kafes” gibi alt davalarla birlikte 69 sanık bulunmaktadır. Bir başka ana dava İrticayla Mücadele Eylem Planı Davasıdır. Bu davanın da “Islak imza ve İnternet Andıcı” isimli iki alt davası bulunmaktadır. Toplam 29 sanık da bu davalarda bulunmaktadır. Oda Tv, Gölcük İddianamesi, Erzincan Davası, ÇYDD/ÇEV Davası, Şile Kazıları Davası gibi davalarda da toplam 53 sanık bulunmaktadır. Tamamen TSK mensuplarına/cuntaya yönelik Balyoz Davasında ise tutuklu TSK mensubu sayısı 200’e yaklaşmıştır. Bunlar arasında tutuklu generallerin sayısı da 50’yi bulmuştur. Bu sayılar muvazzaf askerlerin sayılarıdır ve yaklaşık 100 emekli asker de aynı davada sanık konumundadır.

Görüldüğü üzere bu davaları saymaya kalkmak, tasnif etmek ya da isimlerini zikredebilmek bile son derece zordur. Netice itibariyle davalar son derece karışık bir hal almıştır. Mevcut haliyle Türk Yargı Sisteminin hantal yapısının bu işin altından kalkması zordur. Neticede hem suçlamalar çok ağır ve bu suçlamalara karşılık cezalar çok yüksektir, hem de dava sanıkları ve birbirleriyle olan bağlantıları ile delil durumları oldukça karışıktır. Sanıkların topluca beraat etmeleri ya da davaların yakın gelecekte zaman aşımı gibi bir etkenle düşmesi mümkün değildir. Tutukluluk sürelerine ilişkin yeni düzenlemelerin ve Terörle Mücadele Yasası’nda yapılacak değişikliklerin bir tesirinin olması da uzak bir ihtimaldir, çünkü ortada “cebir ve şiddete dayalı silahlı bir oluşum” vardır. Bunun yanında bir de ne kadar zayıflamış olurlarsa olsunlar, Ulusal kanadın tepkilerini ve mücadelelerini unutmamak gerekir. Mahkemeler, bu davalar hakkında karar vermiş olsalar bile işin itiraz boyutu ve Yargıtay süreci bulunmaktadır. Dolayısıyla yıllar süren istihbarat çalışmalarının ve yapılan teknik takiplerin neticesinde toplanan delillerle başlatılan bu yargı sürecinin yine yargının kararlarıyla hukukî olarak sonlandırılabilmesi Hükümet açısından zor görünmektedir. 

Bu davaların sonuçlandırılmasıyla ilgili durumun zorluğu ortadadır. Bunun için ihtiyaç duyulan iki husustan birisi önümüzdeki günlerde gündeme gelecek olan Anayasa değişikliği, diğeri de PKK sorununun sona erdirilmesidir. Anayasa değişikliği konusunda AKP’nin mevcut milletvekili sayısı ile tek başına hareket etmesi mümkün değildir. Zaten o da böyle bir şey istememektedir. Bu nedenle taraflar arasında bir mutabakat Anayasası oluşturma zorunluluğu bulunmaktadır. İşte asıl pazarlıkların yapılacağı ve anlaşma zeminlerinin oluşturulacağı ortam budur. Bu ortamda, bu davalar ve tutuklular, Hükümet açısından önemli bir koz teşkil etmektedir. Çünkü neticede onların akıbetleri çıkan bu Anayasaya göre şekillenecektir ve ipler şu an Hükümet’in elindedir. PKK meselesinin çözümü ise, PKK’nın bitirilmesi anlamına gelmektedir. Böylece henüz resmî olarak gündeme gelmese de zaman-zaman dillendirilen ve Anayasa değişikliğinin ardından gündeme gelmesi muhtemel olan bir affın varlığı ihtimal dâhilindedir. Bu da PKK’nın ortadan kalkmasına ve bir istikrar ortamının oluşmasına bağlıdır. Böylelikle hem toplumsal anlamda bir barış hamlesi yapılacak, hem de şu an Hükümet için çıkmaza giren davalar son bulmuş olacaktır. Sonuçta oluşturulacak yeni Anayasa, ona bağlı olarak yapılacak yasalar ve kurumsal düzenlemelerin ardından bu dava sanıklarının içeride veya dışarıda bulunmaları herhangi bir şeyi değiştirmeyecektir. PKK açısından da; onun ortadan kaldırılması, Kandil’in boşaltılması ve mensuplarının topluma kazandırılması, Hükümet’in uzun süredir vurgulaya geldiği hususlardandır. Neticede böyle bir sonuç bölge istikrarı açısından önemlidir. 

Davalar genel olarak değerlendirildiğinde, hukukî anlamda nasıl sonlanırlarsa sonlansınlar, gelinen nokta açısından aslında bunun bir önemi yoktur. Çünkü istenilen hedefe ulaşılmış; Türkiye’deki derin devlet ve cunta yapılanması bu davalar, yapılan Anayasa değişiklikleri ve başlangıçtaki AB uyum maddeleri eşliğinde deşifre edilip etkisiz hale getirilmiştir. Ancak bu durum, bu operasyonlarda son noktaya gelindiğini de göstermemektedir. Sonuçta ortada Anayasal düzene karşı büyük bir silahlı örgüt yapılanması vardır ancak hâlâ bu yapılanmanın ‘bir numarası’ ve etrafındakiler belli değildir. Bu da gösteriyor ki AKP Hükümeti bu olayda son noktaya kadar gitme niyetinde değildir. Şayet isteseydi onlara da ulaşabilir ya da isimlerini ilan edebilirdi. Şu ana kadar ortaya çıkan görüntüye göre Türkiye’deki ulusal yapı, kendisinin egemenliğini muhafaza eden ve aksi bir durumda hemen harekete geçen derin yapıdan arındırılarak muhalif bir kanat haline getirilmiştir. Kısacası seksen sekiz yıllık köklü bir yapı tasfiye edilerek önemli bir değişim gerçekleştirilmiştir.

Derin yapının tasfiyesiyle birlikte, askerî alandaki düzenlemeler, açılan davalar ve yapılan atamalarla Hükümet’in askeri hizaya getirmeyi başardığını, son YAŞ toplantısıyla birlikte gücünü ilan ettiğini anlatmaya çalışmıştık. Hemen ardından gerçekleştirilen ciddi PKK operasyonları da bunun bir göstergesidir. Yeni Genelkurmay Başkanı’nın ve Kuvvet Komutanlarının atamalarının hemen ardından Eski Genelkurmay Başkanı Org. Işık Koşaner’e ait ses kayıtlarının ortaya çıkması da oldukça manidardır. Bu kasetlerde Org. Koşaner’in; ordunun hantallığından eğitim yetersizliğine, askerin PKK karşısındaki etkisizliğinden bu mücadelede yaşanan ihmallere, sınır karakollarının çarpık yapılarına, askerle ve askerî donanımla ilgili birçok konuya yönelik özeleştirileri bulunmaktadır. Konuşmalardan da anlaşılacağı üzere konuşmalar bütünden kesitler halindedir ve bir süreklilik yoktur. Bu da konuşmanın yalnızca bu hususlardan ibaret olmadığını göstermektedir. Muhtemelen konuşmanın diğer bölümleri kendi istifasına zemin oluşturan hususları da içinde barındırmaktadır. Yayınlanan bu bölümler bile, Hükümet’e YAŞ toplantılarının öncesindeki ve sonrasındaki gelişmelere yönelik bir haklılık kazandırmıştır. Hükümet açısından PKK ile mücadele çerçevesinde bundan sonraki süreçte yapılması planlanan hususlara da müspet bir zemin oluşturmuştur. 

Bu gelişmelere bakarak, Türkiye’deki Ulusal yapıyı tasfiye etmeye yönelik mücadelesinde üçüncü iktidar dönemini yaşayan AKP Hükümeti’nin bu konuda elinin artık bir hayli rahatladığını söyleyebiliriz. Son dönemde yaşanan siyasî gelişmeler de konuyla ilgili önemli ipuçlarını bünyesinde barındırmaktadır. Özellikle yıllardan beri vurguladığımız, Ortadoğu konusunda Başbakan Erdoğan’a biçilen rolün bugün artık uygulamaya konulması ve PKK ile mücadele konusunda geliştirilen yeni stratejilerin hayata geçirilmesi bu konudaki dikkat çekici gelişmelerden en önemlileridir.

PKK meselesi bu ülkenin yirmi beş yıllık meselesi olarak zikredilmektedir. Bu zaman zarfında yalnızca 1999-2003 yılları arasında özellikle liderleri Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının ardından ve 1999 yılında başlayan AB üyelik süreciyle birlikte her nasılsa faaliyetleri durmuştur. Bugünkü siyasîlerin ifadesiyle “sıfır noktası”na çekilmiştir. Ancak 2002 yılının sonunda AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte yeniden hareketlenmeye başlamış ve son yıllarda ise doksanlı yıllardaki hızına ulaşmıştır. Bu mesele bir önceki iktidar (DSP-ANAP-MHP Koalisyonu) hariç bütün iktidarların başına dert olmuştur. Özellikle AKP iktidarını sıkıntıya sokan terör eylemleri ve özellikle de karakol baskınları son dönemlerde sıkça görülmeye başlamıştır. Kısacası PKK konusu iktidarı boyunca AKP Hükümeti’ni zora sokan etkenlerin başında gelmiştir. Ortaya çıkan ses kayıtları, termal kameralarla çekilmiş görüntüler ve eylemlerin zamanlamaları Devlet içindeki derin yapılanma ile PKK arasındaki ilişkiyi ortaya koymuştur. Bu nedenle AKP iktidarı uzunca bir dönem PKK ile mücadele konusunda bocalayıp durmuştur. Bu mücadelede TSK’yı kendi mücadele programı çerçevesinde kullanamamış ve hatta bu süreçte en büyük engellemeyi ve ihmali TSK’nın bizzat kendisinden görmüştür. Onun için AKP iktidarı ilk kez “Kürt sorunu” diye bir meseleye parmak basarak “Demokratik Açılım” adı altında yeni bir projeyle PKK meselesini demokratik platformda çözmeye çalışmıştır. Bir başka ifadeyle Ulusal yapı tarafından böyle bir çözüme mecbur bırakılmıştır. Bu çözüm sürecinde de attığı her adımda kendisini sıkıntıya sokacak bir olayla karşı karşıya kalmıştır. Habur’da yaşananlar, BDP’nin açıkça özerklik talebi ve bu anlamda düzenlediği kongreler ve yapılan her iyi niyet hamlesine karşılık Hükümet’i zora sokacak isteklerin gündeme getirilmesi bu sürecin de sonunu getirmiştir. Hükümet mecbur kalarak devreye almış olduğu “Demokratik Açılım” projesini, bütün olumsuzluklara rağmen geri adım atmamak adına, Genelkurmay Başkanı ve komuta kademesinin yeniden atandığı Ağustos ayı YAŞ toplantılarının sonrasına kadar devam ettirmek zorunda kalmıştır. Bu dönemle birlikte, özellikle de Genelkurmay eski Başkanı’nın emekliğini isteyip yerine yenisinin atanmasının ardından bizzat Başbakan Erdoğan PKK’yı açıkça tehdit etmeye başlamış ve yeni bir mücadele döneminin başladığının sinyalini vermiştir. Buna zaman olarak da Ramazan ayının sonunu göstermiştir. Başbakan’ın Ramazan ayı sonunu zaman olarak göstermesi bu ayın kutsallığına dikkat çekmesinin ötesinde, yeni komuta kademesinin ve ordu içerisindeki diğer atamaların bu tarihte resmen göreve başlamasından dolayıdır. Ancak 18 Ağustos’ta Çukurca’da bir askerî konvoyun geçişi sırasında patlayan mayın ve beraberinde on bir askerin kaybedilmesiyle bu mücadele süreci erkene alınmış oldu. O tarihten bu yana PKK kamplarında ağır yıkımlar gerçekleştirilmiş ve eleman açısından da çok büyük zayiatlar verdirilmiştir. Sınır ötesine yönelik kara harekâtının hazırlıkları devam etmekte, sınırın ötesinde bu konuda İran’la işbirliği çalışmaları yapılmaktadır. Dolayısıyla PKK’ya yönelik ilk kez böyle ciddi, büyük ve kapsamlı bir harekât gerçekleştirilmektedir ve hedef, onu bu sefer gerçekten bitirmektir. 

Çünkü AKP, kendisine yüklenen misyon gereği PKK’yı bitirmek zorundadır. Bu konuda da oldukça kararlı gözükmektedir. Bu, Başbakan Erdoğan’ın söylemlerinde de açıkça kendisini göstermektedir. Nitekim Tunus’a giderken uçakta gazetecilerle yapmış olduğu söyleşide PPK ve BDP’yi (kendi söylemiyle “terör örgütü ve siyasî uzantılarını”), “Bizden iyi niyet ve anlayış beklemesinler” sözleriyle uyarmış, bir grup PKK mensubunun Habur’dan giriş yaparak teslim oldukları süreci hatırlatıp artık Habur anlayışının bittiğine dikkat çekmiştir. Bu hem kendi bekası açısından ve hem de Amerika’nın Ortadoğu’da elde etmek istediği amaçlar ve bu amaçlara yönelik istikrar açısından önemlidir. PKK varlığı, Ulusal yapının son yıllarda ABD destekli AKP Hükümeti’ne ve onun icraatlarına karşı kullanmış olduğu en büyük koz konumundaydı. AKP Hükümeti’nin geçen yılki Anayasa referandumunun ardından yargıyı da büyük ölçüde hizaya getirmesiyle Ulusalcı yapının elinde yalnızca TSK kalmıştır ki o da süregelen davalarla tamamen yıpratılmıştır. Son YAŞ toplantıları ve onların öncesinde komutanların istifaları bu sürecin de sona yaklaştığını göstermektedir. Yeni PKK politikası, bu nedenlerle Türkiye’deki Ulusal yapının tasfiyesinin sonuna gelindiğini göstermektedir.

Dış siyasette ise…

Hatırlanacağı üzere iki yıl önce Davos’ta “one minute” krizi yaşanmıştır. Beraberinde “Mavi Marmara” isimli Filistin’e insanî yardım taşıyan gemiye “İsrail” askerleri tarafından baskın yapılmış ve dokuz yardım gönüllüsü katledilmiştir. Ardından Türkiye ile “İsrail” arasında büyükelçi krizi yaşanmış ve yine Mavi Marmara katliamıyla ilgili “özür diplomasisi” sürekli olarak gündemde tutulmuştur. Nihayetinde de bu konuyla ilgili geçtiğimiz günlerde BM’nin sızdırılan raporunun ardından “İsrail”in özür dilemeyeceği netleşmiş ve iki ülke arasında gerçekleşen bir takım diplomatik restleşmelerin ve yaptırımların ardından Erdoğan’ın Arap ülkeleri gezisine start verilmiştir. Dikkat edilecek olursa yaklaşık iki yıl boyunca Türkiye ile “İsrail” arasındaki gerginlik sürekli artmış ve AKP Hükümeti’nin bu konuda “İsrail”e yönelik tavizsiz(!) ve sert tavrı aralıksız devam etmiştir. Bu arada Başbakan Erdoğan’ın kürsülerden “İsrail” aleyhine yapmış olduğu sert konuşmalar ve Filistin’e sahip çıkma adına “İsrail”e yönelik eleştiri ve suçlamaları, O’nun Arap Dünyasının gönlünde taht kurmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla Erdoğan, “Arap Baharı” diye ifade edilen ayaklanmaların yaşandığı beldeleri ziyaretinde halklar tarafından çok büyük bir coşkuyla karşılanmıştır. Bu coşkuya karşılık Başbakan Erdoğan da her fırsatta onları Laikliğe ve Demokrasiye davet etmiştir. Bu ise, ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi” kapsamında Ortadoğu, Arap Yarımadası ve Kuzey Afrika’yı da içerisine alan coğrafyayı kendi adına istikrarlı hale getirme girişimidir. Sonuçta bu gelişme, Türkiye’de gerçekleştirilen değişimde gelinen noktayı açık bir biçimde ortaya koymaktadır. 

Yaşanan son gelişmeler, Türkiye’nin istikametinin zaten bir hayal olan AB üyeliğinden Ortadoğu üzerinde belirleyici ve lider ülke olma konumuna doğru kaydığını göstermektedir. Zaten AKP Hükümeti, AB uyum paketlerini ve bu konudaki reformları öncelikle ulusal yapıyı tasfiye etmek için kullanmıştır. Türkiye’nin Ortadoğu üzerinde belirleyici ve lider ülke olma hamlesi de; ABD tarafından AKP Hükümeti için önceden yazmış olduğu senaryonun hayata geçirilmesidir. İşte Türkiye’nin dış siyasetinde yaşanan bu önemli değişiklik, AKP Hükümeti’nin özellikle YAŞ toplantılarından sonra yapılan yeni atamalar ve oluşturulan yeni komuta kademesiyle birlikte içeride rahatladığının bir göstergesidir.

Sonuçta Türkiye Cumhuriyeti’nin yaklaşık doksan yıllık tarihinde kuruluşunun temeli ve varlığının teminatı olan baskıcı Ulusal yapı tasfiye edilerek yerine daha özgürlükçü Liberal bir yapı getirilmek istenmektedir. Bir başka ifadeyle, Türkiye’de İngiliz hegemonyası yerini, Amerikan hegemonyasına bırakmıştır. Neticede bu topraklarda Amerika güdümlü AKP eliyle bir değişim gerçekleşmiştir. Ancak gerçekleştirilen bu değişim, Türkiye’deki Müslümanlara ve bu Ümmet’in geneline hitap eden bir değişim değildir. Şayet gerçekleştirilen bir değişim o toplumun akidesinden kaynaklanmıyorsa ve akide ekseninde hayatın tümünü kapsamıyorsa sahte bir değişimdir ve geçerliliği yoktur. 

Bu değişimin gerçekleştiği Türkiye halkı, Müslüman bir halktır ve dolayısıyla bu halk üzerinde meydana gelen gerçek değişimin ortaya koyduğu fikir ve çözümlerin de İslamî olması gerekmektedir. Yoksa eski baskıcı rejimin yerini daha özgürlükçü olanların alması, Demokratik çözümlerin İslam’danmış gibi gösterilmesi, bu (sahte) değişimi geçerli hale getirmez.

AKP Hükümeti’nin sekiz yıllık iktidarına baktığımızda ortada İslamî olan hiçbir gelişme görememekteyiz. Şu ana kadar yapılan tek icraat, öğrencilerin üniversiteye başörtülü girebilmelerini sağlamak olmuştur -ki bunda da hâlâ bir belirsizlik ve keyfilik hâkimdir-. Bu da zaten İslamî bir çözüm değildir. Çünkü başörtüsü, Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın hükmü gereğince farzdır ve akil-baliğ olan her Müslüman kadın bunu şer’î çerçevede tesettüre riayet ederek takmak mecburiyetindedir. Onun yalnızca üniversite öğrencilerine serbest bırakılması ise kesinlikle gayri İslamî bir çözüm olup Müslümanların gözünü boyamaktan başka bir şey değildir. Onun için Müslümanlar bu sahte değişimin sahiplerine ve onların icraatlarına karşı uyanık olmak zorundadırlar. 

AKP’nin gerçekleştirdiği bu sahte değişime Müslümanların da İslamî beklentilerle destek vermesi ise bu meselenin en acı yönünü teşkil etmektedir. Oysa Müslümanların icabet edecekleri davetin ne olduğunu Allah Subhanehu ve Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de açıkça zikretmiş ve Müslümanları, gayri İslamî bütün fikir ve oluşumlardan şiddetle men etmiştir:

أَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللَّهِ حُكْمًا لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ

“Yoksa onlar cahiliye hükmünü (İslam dışı hükümleri) mü istiyorlar? İman eden kavim için Allah’ın hükmünden başka daha iyi kim hüküm koyabilir ki?” (el-Maide 50)

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَجِيبُواْ لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُم لِمَا يُحْيِيكُم

“Ey iman edenler! Sizi ihya edecek (kalkındıracak) olana davet edildiğiniz vakit, Allah’a ve Rasul’e icabet edin.” (el-Enfal 24)



Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz