Dini, hayattan,
devletten ve toplumdan söküp atma esasına dayanan kapitalizmin hakimiyeti ile
birlikte tüm dünyada her alanda hızlı değişim ve dönüşümler yaşandı. Bu
ideolojiye ait temel argümanlar haline gelen bireyselleşme, modernite ve
özgürlük anlayışlarının toplumlara hâkim olması ve yine sanayileşme, teknoloji
ve kentleşmenin getirdiği yeni yapılar bir anda tüm dünyanın çehresini hızla
değiştirirken belki bundan daha hızlı bir şekilde de insanların hayata bakışını
ve yaşam tarzlarını dönüştürdü. Asıl olarak insanın hem kendisini hem de dünya
hayatını algılama ve anlamlandırma için kullandığı başta din olmak üzere tüm
geleneksel araçlara şiddetle karşı çıkarken bunların yerine yeni ve modern
sayılan araçlar ikame etti.
Kültürel temellerini
Batı’da ortaya çıkan Aydınlanma, Rönesans ve Hümanizm hareketlerinden alan
Modernizm, seküler bir hayatın kapılarını ardına kadar açtı. Modernitenin arka
planındaki temel dinamik olarak Aydınlanma hareketinin merkezinde insanın kendi
dışında bulunan tüm otoriteleri terk etmesi bulunmaktadır. Hayatın her alanında
eskiye ait tüm değerlerden mümkün olduğunca koparıp yeni ve modern değerlerle
inşa edilen toplumlar oluşturmak yegâne hedef haline getirildi. Kendilerinin
açıkça ifade ettiği bu hedef, “tarih boyunca başta din olmak üzere geleneklerin
ipoteği altında olan aklın özgürleştirilmesi, geçmişte gelenek ve dinin egemen
olduğu karanlık dünyadan, aklın aydınlattığı ve insanın bizzat kendisinin tek
otorite olduğu dünyaya geçiştir.” Tüm sınırlardan kurtularak insanın özgürleşmesi,
modernizmin vaadi olan kusursuz mutluluğun merkezi olmuştur. Onlara göre,
bireyi sınırlandıran her şeyden kurtulmadıkça, sınırsız bir özgürlüğün kapıları
açılmadıkça mutluluğa ve hazza ulaşmak mümkün değildir. Çünkü bunlar, hazza ve
mutluluğa ulaşmanın önündeki engellerdir. Zira onlara göre mutluluk, hayattaki
hazlardan ve bedenî lezzetlerden en yüksek seviyede faydalanmaktır. Bu anlayışa
göre yapılması gereken de bellidir: bütün sınırları yık! Bütün kutsal sayılan
değerleri çiğne! Seni hazlardan mahrum bırakan her şeyden kurtul! İşte “modern,
kültürel ve sosyal devrim” dedikleri şey budur.
Bu yeni paradigmaya
göre; her şey yeniden tanımlanmış ve tüm roller yeniden belirlenmiştir. Din,
ahlak, anlam, değer, kutsal, toplum, devlet, aile, cinsiyet, hak ve
yükümlülükler… velhasıl hayatın her alanında tüm kartlar yeniden dağıtılmış,
tüm roller yeniden biçilmiştir. İlk etapta bunların modern hayattaki rolleri ve
konumları belirlenmiş ancak bununla da yetinilmemiş, içerikleri ile ilgili de
yeni tanımlamalar ve yeni roller belirlenmiştir. Örneğin; İslam dinine biçilen
yeni rol; onun hayattan ve devletten uzaklaştırılması ve sadece inanmak isteyen
kimsenin vicdani bir meselesi olarak kalmasıdır. Ancak bu haliyle bile İslam,
fertlerin hayatlarına etki etmekte ve onları sınırlandırmaktadır. O halde;
İslam’ın içeriğine girip modernizme uyması için kendi içinde yeni tanımlamalar
ve roller belirlenmesi gerekir. Mesela; Sünnet ve hadislerin rolü, fıkıh ve
İslam kültürünün rolü, Kur’an’ın rolü ve fonksiyonu, haram ve farz
tanımlamaları, Müslümanların tarihlerinin yeniden dizayn edilmesi, ceza ve
ukubata ilişkin yeni tanımlamalar ve roller gibi İslam dinine ilişkin içeriklerde
modern paradigmaya göre düzenleme çalışmaları yapılmalıdır.
İşte hem asıllarının
hem de içeriklerinin yeniden düzenlenip her şeyin modern paradigmaya göre
tekrardan belirlenmesi operasyonunda en öncelikli hedeflerden birisi de aile ve
aile içi rollerin belirlenmesi operasyonudur. Zira geleneksel aile kurumu ve
aile içi roller, modernitenin öngördüğü bireyselleşme ve “ben merkezli” kimlik
oluşumlarının önünde büyük bir engel olarak duruyordu. Çünkü aile; ortak
değerler, hak ve yükümlülükler üzerine varlığını sürdüren bir kurumdur. Bu
ortak değerler ailedeki tüm fertlere belirli sorumluluklar, yükümlülükler,
belirlenmiş haklar ve sınırlar getiriyordu. Geleneksel aile yapısının nesilden
nesle bu değerleri aktaran rolü, modern paradigmanın bireysel özgürlükler, sınırsız
hazlar hedefinin önünde büyük bir engeldi. Bunun için geleneksel aile yapısı
dağılmalı, aile içi roller yeniden belirlenmeli idi.
Kapitalist
Sanayileşme ve Kentleşmenin Aileye Etkisi
Sanayi Devrimi, her
şeyden önce üretim biçimindeki dönüşümü; tarım dönemindeki ihtiyacı
karşılayacak kadar üretimin yerini alan toplu üretimi ifade eder. Bunun yanı
sıra sanayileşme, yalnızca çok sayıda işçiyi gerektiren büyük girişimleri
değil, üretim için gerekli toplam işgücünü azaltan karmaşık makinelerin ve
diğer araçların kullanılmasını da kapsamaktadır. Sanayileşmeyle birlikte toplu
üretim merkezi olarak ortaya çıkan fabrikaların emek ihtiyacı, bu merkezlere
doğru büyük insan akımını ve kentleşme hareketlerini de beraberinde
getirmiştir.
Ortaya çıkan yeni
üretim şeklinin ihtiyaç duyduğu emek gücünü karşılayacak daha fazla insana
gereksinim oluştu. Bu sebeple işgücü açığını kapatacak şekilde kadınların da bu
fabrikalarda çalışması gerekmekteydi. Oysaki geleneksel aile kurumunun yapısı
ve aile içinde kadının sorumluluğu, kadınların emek gücünden faydalanılması
yönünde negatif bir etki meydana getiriyordu. Öyle ise kadın, evinden çıkmalı
ve iş hayatında yer almalıydı. Öyle de
oldu…
Kadının evinden
çıkarılıp iş hayatına sokulması ilk olarak “geniş aile” yapısının dağıtılıp
modern “çekirdek aile” yapısına dönüşmesine sebebiyet verdi. Zamanının çoğunu
işe ayırmak zorunda kalan kadının, eve ve annelik rolüne zaman ayıramaması
ailenin çekirdekleşmesi sonucunu doğurdu. Çekirdek aileye dönüşümde bir diğer
etken de kentleşmenin getirdiği artan ve zorlaşan hayat standartlarıdır.
İnsanların gerek kendileri gerekse çocuklarının, yeni hayatın sunduğu bu
imkânlara sahip olmasını istemesi daha az çocuk istemelerine neden olmuştur.
Çocuk, modern kentte mevcut imkânlara ulaşılması noktasında maddi bir yük
olarak görülmektedir. Çocuk sayısı ne kadar artarsa masraf da o kadar artacak,
mevcut gelir ile elde edilen kaynaklar daha fazla kişi ile paylaşılacaktır. Bir
üretim birimi olmaktan çok artık tüketim birimi haline gelen ailede ebeveynler,
eldeki kaynakları çoklu olarak bölüşmekten ziyade az çocuk sahibi olarak, çeşitlenen
ihtiyaçlarının tamamını sağlamak ve böylece “mutlu olmak” istemektedirler.
Yirminci yüzyılın
ikinci yarısı itibariyle bilgi, teknoloji, iletişim ve ulaşım alanındaki hızlı
değişimlerin sonucunda modern hayat, daha farklı boyutlar da kazanmıştır. Kadının
başta ekonomi olmakla beraber sosyal hayatta daha aktif bir şekilde yer alması,
modernitenin getirdiği “eşitlik” ve “özgürlük” kavramlarının daha aktif olarak
yerleşmesine neden olmuştur. Tam bir bencilliğe evrilen bireycilik ile birlikte
parçalanan dayanışma ve sorumluluk duyguları sonucunda insanın insana olan
tahammülü de büyük oranda darbe almıştır. Bu durumun en somut yansıması ailede
kendini göstermiş, ailevi ilişkilerin çözülmesine neden olmuştur. Artan
bireycilik, yeni dünyanın sunduğu sınırsız özgürlük ile birlikte aile
fertlerinin tüm dinî ve ahlaki değerlerden soyutlanmasını da beraberinde
getirmiştir. Bu soyutlanmanın akabinde sorumluluk ve güven duygusu da
zedelenmiştir.
Kapitalist
sanayileşme ve onun getirdiği kentleşme ile birlikte geçmişten beri aile
içerisinde gerçekleşen tüm etkinlikler ev dışına ve kent meydanlarına
taşınmıştır. Anne ve babaların çalışmak için dışarıda olmaları, çocukların
bakımevlerinde ve kreşlerde yetişmesine, boş zamanların aile içinde değil kent
meydanlarında, alışveriş ve eğlence merkezlerinde geçirilmesine neden olmuştur.
Sosyal medya ile birlikte de aile içi iletişim neredeyse tamamen bitmiş ve aynı
evin içindeki aile fertleri bile iletişim kuramamaya başlamıştır.
Modernizm ve Dağılan
Aileler
Modernitenin
ailelerin dağılması sonucunu tabii olarak getiren bir diğer durum ise yüksek
boşanma oranlarıdır. Değerler alanında yaşanan kriz, bireyselci ve bencil yaşam
tarzı, paylaşımın artık mutluluk getirmemesi, teknoloji ve tekniğin
imkânlarıyla bireyin sanal sosyalliklerde kendine alan açması, kentsel
gelişmeler, çalışma koşulları, cinsiyet rolleri, feminist söylem vb. daha pek
çok modern sorunlar boşanma konusunu tarihte hiç görülmemiş oranlara
ulaştırmıştır. Gerçekleşen boşanma vakıaları ve insanlardaki boşanma eğilimi
gerek toplumsal ahlak noktasında gerekse de aile kurumunun geleceğine yönelik
büyük bir tehlike boyutuna ulaşmıştır. Boşanmanın artmasındaki ve boşanmaya
karşı eskiye göre daha ılımlı olan eğilimlerin temel dayanağını moderniteyle
gelen yeni hayata bakış ve yaşam koşulları oluşturmaktadır. Hayata, bireysel
menfaatler ve hazlar ekseninde bakış, sorumsuz ve sınırsız bir yaşam arzusu,
insanların birbirlerine tahammülünün azalması ile aile içinde yaşanan en küçük
sorunların, mevcut hukuki hakların da tanıdığı imkânlar çerçevesinde boşanmaya
gidilmesiyle sonuçlanmaktadır. Sorunların çözümünde İslami hüküm ve değerlere
hiçbir şekilde başvurulmaması, yüce ve aşkın değerlerin erozyonu, eşlerin
paylaşım duygularını körelterek ortak payda bileşenlerini yok etmiştir. Tüm
bunlardan dolayı içi tamamen boşaltılmış olan aile ve evlilik kurumu, hafif
sarsıntılarda bile kolayca yıkılır hale gelmiştir.
Aile Bireylerine
Verilen Yeni Roller
Yukarıda bahsettiğimiz
şekilde başta din olmak üzere ortak değerler ailedeki tüm fertlere belirli
sorumluluklar, yükümlülükler, belirlenmiş haklar ve sınırlar getiriyordu.
Geleneksel aile yapısının nesilden nesle bu değerleri aktaran rolü, modern
paradigmanın bireysel özgürlükler, sınırsız hazlar hedefinin önünde büyük bir
engeldi. Bunun için geleneksel aile yapısı dağılmalı, aile içi roller yeniden
belirlenmeli idi. Aynen böyle de oldu. Öncelikle büyükanne ve babalardan ve
diğer aile büyüklerinden oluşan geniş aile yapısı değiştirilip sadece anne,
baba ve mümkünse tek çocuktan oluşan çekirdek aile yapısı oluşturuldu. Sonra da
aileyi oluşturan bu unsurlar yeniden tanımlanıp yeni roller belirlendi.
İlk olarak; ailenin
ve evin esası ve “rabbetu-l beyt”i olan anne kimliği tahrif edildi. Evet,
İslam’ın anneye verdiği isim “umm” ismidir. Umm ise, bir şeyin esası, kökü ve
kaynağıdır. Annenin olmadığı bir aile, esası ve temeli olmayan bir bina
gibidir. Rabbetu-l beyt ise, evin terbiye edicisi ve düzenleyicisidir. Modern
kapitalist sosyal sistemde ise anne, ev ile bağlantılı bu kimliğinden
soyutlanıp bireysel ve cinsel özellikleri ile ön plana çıkartılan, iş hayatında
kariyer edinmesi gereken, koca ve çocuklar gibi “ayak bağı” olan unsurlardan
kurtulup özgürce yaşaması gereken dişilik objesidir. Her zaman süslü ve bakımlı
olması gereken, güzelliklerini rahatça teşhir edebilen ve mahremiyetlerle
sınırlanmaması gereken özgür bir bireydir. Öyle ki onların nazarında
güzelliklerini örten bir kadın asla modern olamaz. Ne kadar gelişirse gelişsin
kadınların tesettürlü olduğu bir toplum asla çağdaş ve modern bir toplum
olamaz. Bir toplumun modernliğinin yegâne ölçüsü kadınların dişiliğini ön plana
çıkarma kuvvetidir.
Evin işleri, çocuğun
bakımı ve yetiştirilmesi modern kadın için ayak bağıdır. Bunun için ideal olan
ileri yaşlara gelinceye kadar çocuk sahibi olunmamasıdır. Kadın, iş hayatında
ilerlemeli, kendine ait kazancı olmalı, erkeğin parasıyla asla geçinmemeli, ev
işleri ve çocuklar için de bakıcılar tutmalıdır. Yine çocukların yetiştirilmesi
ise modern kurumlar olan kreşler ve çocuk bakım ve eğitim merkezlerinde
sağlanmalıdır. Her ne kadar ortak bir çatı altında yaşanıyor olsa da kadının
kendi özel hayatı olmalı, diğer ev halkından bağımsız olarak kadın, eğlence ve
sosyal hayatını kendi istediği gibi yaşamalıdır.
Ailenin reisi, icat
edip ıslah edicisi ve aile kurumunun zuhurunun vesilesi olan “baba” kimliği de
yeni modern paradigmaya göre düzenlendi. Zira Türkçede kullandığımız “baba”
kavramı, Arapçada “EBV” kökünden gelen ve bir şeyi icat eden, ortaya çıkmasına
sebep olan ve ıslah eden anlamındadır. Bu manasıyla baba kimliğinde, aileyi
meydana getirmek ve onu koruyup ıslah etmek kastıyla liderlik söz konusudur.
Ancak modernitede bu kimliğe yer yoktur. Zira bu manasıyla babalık kimliği, koruma,
himaye, ıslah için hem kadına hem de çocuklara kurallar ve sınırlamalar
getirmeyi gerektirmektedir. Bu ise kadının ve çocukların özgürlüğünü sınırlayan
bir şeydir. Onlara göre olması gereken ise her yönden eşit şartlarda “partnerlik”tir.
Babanın evdeki söz hakkı, üstünlüğü, sınır çizme ve kural belirleme fonksiyonu
ve hiçbir şekilde liderlik yönü yoktur. Eşit bireyler olmaları itibariyle nasıl
ki kadının, erkeğin özel hayatını sınırlama yetkisi yoksa erkeğin de kadının
özel hayatını sınırlama yetkisi yoktur. Aynı evi kullanmaları ve cinsel partner
olmaları, birbirlerinin hayatına müdahale hakkı vermez. Hatta kadın üzerinde
ahlak ve namus bekçisi kesilmesi, kadının özgürlüğünü sınırlaması dolayısıyla
bir suç kabul edilmelidir.
Mutlu ve huzurlu bir
ailenin meyvesi, semeresi ve geleceği inşa edecek nesiller olan çocuklara
gelince; onlar da bağımsız bireyler olması hasebiyle anne-babanın, çocukları
üzerinde kimlik ve şahsiyet inşa etme rolü yoktur. Anne-babanın fonksiyonu
sadece çocuğun kendi tercihlerini yapabilecek zamana kadar bakımı ve
korunmasını üstlenmektir. Çocuğuna kendi sahip olduğu değerleri değil,
modernitenin vermek istediği değerleri vermek zorundadır. Bundan bağımsız
olarak bir dini ya da herhangi bir kimliği vermeye çalışmak, çocuk üzerinde
baskı kurmaktır. Çocuklar kendi tercihlerini tamamen bağımsız olarak
vermelidir. Hatta cinsel kimliğini bile kendi seçmelidir. Bu anlamda çocukların
neleri tercih etmeleri gerektiği onlara zaten eğitim sistemi üzerinden
verilecektir. Ve bu eğitim sistemi zorunludur. Çocuğun moderniteye göre
yetiştirilmemesi ya da bu eğitimi verecek okullara gönderilmemesi suçtur ve
böyle yapan ailelerden çocuklar, kanun yoluyla zorla alınabilir.
İşte bunlar, aileye
yönelik modern kimlik oluşturmaya dair sadece genel hatlardır. Bunlar ve daha
dehşetli olan ifsat projelerini her daim devreye sokmakta ve ileriye yönelik
çok daha yıkıcı ve yok edici projeler planlamaktadırlar. Bu yok edici plan ve
projelere karşı ise Müslümanların koruyucu kalkanı ve sığınacak kaleleri
maalesef yoktur. Müslümanlar, her yönden yapılan bu saldırılar karşısında
tamamen korunmasız ve zayıf durumdadır. Bu sebeple her geçen gün Müslüman
aileler dağılmakta ve zehirli oklar birer birer isabet etmektedir. Buna karşı
koymak ise ancak Müslümanların kalkanı olan Râşidî Hilâfet ile mümkündür. Bu
devasa projeler ile mücadele etmek ve Müslümanları korumak, sadece İslam esası
üzerine kurulmuş bir devlet eliyle mümkündür. Artık Müslümanların bu gerçeği
görmeleri ve kabul etmeleri zorunludur. Bunun dışındaki tüm çözüm önerileri sadece
ifsat edici proje sahiplerine zaman kazandırmakta ve fesadın daha da
yayılmasına imkân vermektedir. Toplumsal yapı hızla çökerken, “nasıl olsa
bana ve benim aileme isabet etmez” düşüncesi, boş bir hayalden başka bir
şey değildir.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış