KAPİTALİZMİN AİLE KURUMUNU YENİDEN TANIMLAMASI VE AİLE BİREYLERİNE YÜKLEDİĞİ YENİ ROLLER

Serdar Yılmaz

Dini, hayattan, devletten ve toplumdan söküp atma esasına dayanan kapitalizmin hakimiyeti ile birlikte tüm dünyada her alanda hızlı değişim ve dönüşümler yaşandı. Bu ideolojiye ait temel argümanlar haline gelen bireyselleşme, modernite ve özgürlük anlayışlarının toplumlara hâkim olması ve yine sanayileşme, teknoloji ve kentleşmenin getirdiği yeni yapılar bir anda tüm dünyanın çehresini hızla değiştirirken belki bundan daha hızlı bir şekilde de insanların hayata bakışını ve yaşam tarzlarını dönüştürdü. Asıl olarak insanın hem kendisini hem de dünya hayatını algılama ve anlamlandırma için kullandığı başta din olmak üzere tüm geleneksel araçlara şiddetle karşı çıkarken bunların yerine yeni ve modern sayılan araçlar ikame etti.

Kültürel temellerini Batı’da ortaya çıkan Aydınlanma, Rönesans ve Hümanizm hareketlerinden alan Modernizm, seküler bir hayatın kapılarını ardına kadar açtı. Modernitenin arka planındaki temel dinamik olarak Aydınlanma hareketinin merkezinde insanın kendi dışında bulunan tüm otoriteleri terk etmesi bulunmaktadır. Hayatın her alanında eskiye ait tüm değerlerden mümkün olduğunca koparıp yeni ve modern değerlerle inşa edilen toplumlar oluşturmak yegâne hedef haline getirildi. Kendilerinin açıkça ifade ettiği bu hedef, “tarih boyunca başta din olmak üzere geleneklerin ipoteği altında olan aklın özgürleştirilmesi, geçmişte gelenek ve dinin egemen olduğu karanlık dünyadan, aklın aydınlattığı ve insanın bizzat kendisinin tek otorite olduğu dünyaya geçiştir.” Tüm sınırlardan kurtularak insanın özgürleşmesi, modernizmin vaadi olan kusursuz mutluluğun merkezi olmuştur. Onlara göre, bireyi sınırlandıran her şeyden kurtulmadıkça, sınırsız bir özgürlüğün kapıları açılmadıkça mutluluğa ve hazza ulaşmak mümkün değildir. Çünkü bunlar, hazza ve mutluluğa ulaşmanın önündeki engellerdir. Zira onlara göre mutluluk, hayattaki hazlardan ve bedenî lezzetlerden en yüksek seviyede faydalanmaktır. Bu anlayışa göre yapılması gereken de bellidir: bütün sınırları yık! Bütün kutsal sayılan değerleri çiğne! Seni hazlardan mahrum bırakan her şeyden kurtul! İşte “modern, kültürel ve sosyal devrim” dedikleri şey budur.    

Bu yeni paradigmaya göre; her şey yeniden tanımlanmış ve tüm roller yeniden belirlenmiştir. Din, ahlak, anlam, değer, kutsal, toplum, devlet, aile, cinsiyet, hak ve yükümlülükler… velhasıl hayatın her alanında tüm kartlar yeniden dağıtılmış, tüm roller yeniden biçilmiştir. İlk etapta bunların modern hayattaki rolleri ve konumları belirlenmiş ancak bununla da yetinilmemiş, içerikleri ile ilgili de yeni tanımlamalar ve yeni roller belirlenmiştir. Örneğin; İslam dinine biçilen yeni rol; onun hayattan ve devletten uzaklaştırılması ve sadece inanmak isteyen kimsenin vicdani bir meselesi olarak kalmasıdır. Ancak bu haliyle bile İslam, fertlerin hayatlarına etki etmekte ve onları sınırlandırmaktadır. O halde; İslam’ın içeriğine girip modernizme uyması için kendi içinde yeni tanımlamalar ve roller belirlenmesi gerekir. Mesela; Sünnet ve hadislerin rolü, fıkıh ve İslam kültürünün rolü, Kur’an’ın rolü ve fonksiyonu, haram ve farz tanımlamaları, Müslümanların tarihlerinin yeniden dizayn edilmesi, ceza ve ukubata ilişkin yeni tanımlamalar ve roller gibi İslam dinine ilişkin içeriklerde modern paradigmaya göre düzenleme çalışmaları yapılmalıdır.   

İşte hem asıllarının hem de içeriklerinin yeniden düzenlenip her şeyin modern paradigmaya göre tekrardan belirlenmesi operasyonunda en öncelikli hedeflerden birisi de aile ve aile içi rollerin belirlenmesi operasyonudur. Zira geleneksel aile kurumu ve aile içi roller, modernitenin öngördüğü bireyselleşme ve “ben merkezli” kimlik oluşumlarının önünde büyük bir engel olarak duruyordu. Çünkü aile; ortak değerler, hak ve yükümlülükler üzerine varlığını sürdüren bir kurumdur. Bu ortak değerler ailedeki tüm fertlere belirli sorumluluklar, yükümlülükler, belirlenmiş haklar ve sınırlar getiriyordu. Geleneksel aile yapısının nesilden nesle bu değerleri aktaran rolü, modern paradigmanın bireysel özgürlükler, sınırsız hazlar hedefinin önünde büyük bir engeldi. Bunun için geleneksel aile yapısı dağılmalı, aile içi roller yeniden belirlenmeli idi.

Kapitalist Sanayileşme ve Kentleşmenin Aileye Etkisi

Sanayi Devrimi, her şeyden önce üretim biçimindeki dönüşümü; tarım dönemindeki ihtiyacı karşılayacak kadar üretimin yerini alan toplu üretimi ifade eder. Bunun yanı sıra sanayileşme, yalnızca çok sayıda işçiyi gerektiren büyük girişimleri değil, üretim için gerekli toplam işgücünü azaltan karmaşık makinelerin ve diğer araçların kullanılmasını da kapsamaktadır. Sanayileşmeyle birlikte toplu üretim merkezi olarak ortaya çıkan fabrikaların emek ihtiyacı, bu merkezlere doğru büyük insan akımını ve kentleşme hareketlerini de beraberinde getirmiştir.

Ortaya çıkan yeni üretim şeklinin ihtiyaç duyduğu emek gücünü karşılayacak daha fazla insana gereksinim oluştu. Bu sebeple işgücü açığını kapatacak şekilde kadınların da bu fabrikalarda çalışması gerekmekteydi. Oysaki geleneksel aile kurumunun yapısı ve aile içinde kadının sorumluluğu, kadınların emek gücünden faydalanılması yönünde negatif bir etki meydana getiriyordu. Öyle ise kadın, evinden çıkmalı ve iş hayatında yer almalıydı.  Öyle de oldu…

Kadının evinden çıkarılıp iş hayatına sokulması ilk olarak “geniş aile” yapısının dağıtılıp modern “çekirdek aile” yapısına dönüşmesine sebebiyet verdi. Zamanının çoğunu işe ayırmak zorunda kalan kadının, eve ve annelik rolüne zaman ayıramaması ailenin çekirdekleşmesi sonucunu doğurdu. Çekirdek aileye dönüşümde bir diğer etken de kentleşmenin getirdiği artan ve zorlaşan hayat standartlarıdır. İnsanların gerek kendileri gerekse çocuklarının, yeni hayatın sunduğu bu imkânlara sahip olmasını istemesi daha az çocuk istemelerine neden olmuştur. Çocuk, modern kentte mevcut imkânlara ulaşılması noktasında maddi bir yük olarak görülmektedir. Çocuk sayısı ne kadar artarsa masraf da o kadar artacak, mevcut gelir ile elde edilen kaynaklar daha fazla kişi ile paylaşılacaktır. Bir üretim birimi olmaktan çok artık tüketim birimi haline gelen ailede ebeveynler, eldeki kaynakları çoklu olarak bölüşmekten ziyade az çocuk sahibi olarak, çeşitlenen ihtiyaçlarının tamamını sağlamak ve böylece “mutlu olmak” istemektedirler.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısı itibariyle bilgi, teknoloji, iletişim ve ulaşım alanındaki hızlı değişimlerin sonucunda modern hayat, daha farklı boyutlar da kazanmıştır. Kadının başta ekonomi olmakla beraber sosyal hayatta daha aktif bir şekilde yer alması, modernitenin getirdiği “eşitlik” ve “özgürlük” kavramlarının daha aktif olarak yerleşmesine neden olmuştur. Tam bir bencilliğe evrilen bireycilik ile birlikte parçalanan dayanışma ve sorumluluk duyguları sonucunda insanın insana olan tahammülü de büyük oranda darbe almıştır. Bu durumun en somut yansıması ailede kendini göstermiş, ailevi ilişkilerin çözülmesine neden olmuştur. Artan bireycilik, yeni dünyanın sunduğu sınırsız özgürlük ile birlikte aile fertlerinin tüm dinî ve ahlaki değerlerden soyutlanmasını da beraberinde getirmiştir. Bu soyutlanmanın akabinde sorumluluk ve güven duygusu da zedelenmiştir.

Kapitalist sanayileşme ve onun getirdiği kentleşme ile birlikte geçmişten beri aile içerisinde gerçekleşen tüm etkinlikler ev dışına ve kent meydanlarına taşınmıştır. Anne ve babaların çalışmak için dışarıda olmaları, çocukların bakımevlerinde ve kreşlerde yetişmesine, boş zamanların aile içinde değil kent meydanlarında, alışveriş ve eğlence merkezlerinde geçirilmesine neden olmuştur. Sosyal medya ile birlikte de aile içi iletişim neredeyse tamamen bitmiş ve aynı evin içindeki aile fertleri bile iletişim kuramamaya başlamıştır.   

Modernizm ve Dağılan Aileler

Modernitenin ailelerin dağılması sonucunu tabii olarak getiren bir diğer durum ise yüksek boşanma oranlarıdır. Değerler alanında yaşanan kriz, bireyselci ve bencil yaşam tarzı, paylaşımın artık mutluluk getirmemesi, teknoloji ve tekniğin imkânlarıyla bireyin sanal sosyalliklerde kendine alan açması, kentsel gelişmeler, çalışma koşulları, cinsiyet rolleri, feminist söylem vb. daha pek çok modern sorunlar boşanma konusunu tarihte hiç görülmemiş oranlara ulaştırmıştır. Gerçekleşen boşanma vakıaları ve insanlardaki boşanma eğilimi gerek toplumsal ahlak noktasında gerekse de aile kurumunun geleceğine yönelik büyük bir tehlike boyutuna ulaşmıştır. Boşanmanın artmasındaki ve boşanmaya karşı eskiye göre daha ılımlı olan eğilimlerin temel dayanağını moderniteyle gelen yeni hayata bakış ve yaşam koşulları oluşturmaktadır. Hayata, bireysel menfaatler ve hazlar ekseninde bakış, sorumsuz ve sınırsız bir yaşam arzusu, insanların birbirlerine tahammülünün azalması ile aile içinde yaşanan en küçük sorunların, mevcut hukuki hakların da tanıdığı imkânlar çerçevesinde boşanmaya gidilmesiyle sonuçlanmaktadır. Sorunların çözümünde İslami hüküm ve değerlere hiçbir şekilde başvurulmaması, yüce ve aşkın değerlerin erozyonu, eşlerin paylaşım duygularını körelterek ortak payda bileşenlerini yok etmiştir. Tüm bunlardan dolayı içi tamamen boşaltılmış olan aile ve evlilik kurumu, hafif sarsıntılarda bile kolayca yıkılır hale gelmiştir. 

Aile Bireylerine Verilen Yeni Roller

Yukarıda bahsettiğimiz şekilde başta din olmak üzere ortak değerler ailedeki tüm fertlere belirli sorumluluklar, yükümlülükler, belirlenmiş haklar ve sınırlar getiriyordu. Geleneksel aile yapısının nesilden nesle bu değerleri aktaran rolü, modern paradigmanın bireysel özgürlükler, sınırsız hazlar hedefinin önünde büyük bir engeldi. Bunun için geleneksel aile yapısı dağılmalı, aile içi roller yeniden belirlenmeli idi. Aynen böyle de oldu. Öncelikle büyükanne ve babalardan ve diğer aile büyüklerinden oluşan geniş aile yapısı değiştirilip sadece anne, baba ve mümkünse tek çocuktan oluşan çekirdek aile yapısı oluşturuldu. Sonra da aileyi oluşturan bu unsurlar yeniden tanımlanıp yeni roller belirlendi.

İlk olarak; ailenin ve evin esası ve “rabbetu-l beyt”i olan anne kimliği tahrif edildi. Evet, İslam’ın anneye verdiği isim “umm” ismidir. Umm ise, bir şeyin esası, kökü ve kaynağıdır. Annenin olmadığı bir aile, esası ve temeli olmayan bir bina gibidir. Rabbetu-l beyt ise, evin terbiye edicisi ve düzenleyicisidir. Modern kapitalist sosyal sistemde ise anne, ev ile bağlantılı bu kimliğinden soyutlanıp bireysel ve cinsel özellikleri ile ön plana çıkartılan, iş hayatında kariyer edinmesi gereken, koca ve çocuklar gibi “ayak bağı” olan unsurlardan kurtulup özgürce yaşaması gereken dişilik objesidir. Her zaman süslü ve bakımlı olması gereken, güzelliklerini rahatça teşhir edebilen ve mahremiyetlerle sınırlanmaması gereken özgür bir bireydir. Öyle ki onların nazarında güzelliklerini örten bir kadın asla modern olamaz. Ne kadar gelişirse gelişsin kadınların tesettürlü olduğu bir toplum asla çağdaş ve modern bir toplum olamaz. Bir toplumun modernliğinin yegâne ölçüsü kadınların dişiliğini ön plana çıkarma kuvvetidir.

Evin işleri, çocuğun bakımı ve yetiştirilmesi modern kadın için ayak bağıdır. Bunun için ideal olan ileri yaşlara gelinceye kadar çocuk sahibi olunmamasıdır. Kadın, iş hayatında ilerlemeli, kendine ait kazancı olmalı, erkeğin parasıyla asla geçinmemeli, ev işleri ve çocuklar için de bakıcılar tutmalıdır. Yine çocukların yetiştirilmesi ise modern kurumlar olan kreşler ve çocuk bakım ve eğitim merkezlerinde sağlanmalıdır. Her ne kadar ortak bir çatı altında yaşanıyor olsa da kadının kendi özel hayatı olmalı, diğer ev halkından bağımsız olarak kadın, eğlence ve sosyal hayatını kendi istediği gibi yaşamalıdır.

Ailenin reisi, icat edip ıslah edicisi ve aile kurumunun zuhurunun vesilesi olan “baba” kimliği de yeni modern paradigmaya göre düzenlendi. Zira Türkçede kullandığımız “baba” kavramı, Arapçada “EBV” kökünden gelen ve bir şeyi icat eden, ortaya çıkmasına sebep olan ve ıslah eden anlamındadır. Bu manasıyla baba kimliğinde, aileyi meydana getirmek ve onu koruyup ıslah etmek kastıyla liderlik söz konusudur. Ancak modernitede bu kimliğe yer yoktur. Zira bu manasıyla babalık kimliği, koruma, himaye, ıslah için hem kadına hem de çocuklara kurallar ve sınırlamalar getirmeyi gerektirmektedir. Bu ise kadının ve çocukların özgürlüğünü sınırlayan bir şeydir. Onlara göre olması gereken ise her yönden eşit şartlarda “partnerlik”tir. Babanın evdeki söz hakkı, üstünlüğü, sınır çizme ve kural belirleme fonksiyonu ve hiçbir şekilde liderlik yönü yoktur. Eşit bireyler olmaları itibariyle nasıl ki kadının, erkeğin özel hayatını sınırlama yetkisi yoksa erkeğin de kadının özel hayatını sınırlama yetkisi yoktur. Aynı evi kullanmaları ve cinsel partner olmaları, birbirlerinin hayatına müdahale hakkı vermez. Hatta kadın üzerinde ahlak ve namus bekçisi kesilmesi, kadının özgürlüğünü sınırlaması dolayısıyla bir suç kabul edilmelidir.

Mutlu ve huzurlu bir ailenin meyvesi, semeresi ve geleceği inşa edecek nesiller olan çocuklara gelince; onlar da bağımsız bireyler olması hasebiyle anne-babanın, çocukları üzerinde kimlik ve şahsiyet inşa etme rolü yoktur. Anne-babanın fonksiyonu sadece çocuğun kendi tercihlerini yapabilecek zamana kadar bakımı ve korunmasını üstlenmektir. Çocuğuna kendi sahip olduğu değerleri değil, modernitenin vermek istediği değerleri vermek zorundadır. Bundan bağımsız olarak bir dini ya da herhangi bir kimliği vermeye çalışmak, çocuk üzerinde baskı kurmaktır. Çocuklar kendi tercihlerini tamamen bağımsız olarak vermelidir. Hatta cinsel kimliğini bile kendi seçmelidir. Bu anlamda çocukların neleri tercih etmeleri gerektiği onlara zaten eğitim sistemi üzerinden verilecektir. Ve bu eğitim sistemi zorunludur. Çocuğun moderniteye göre yetiştirilmemesi ya da bu eğitimi verecek okullara gönderilmemesi suçtur ve böyle yapan ailelerden çocuklar, kanun yoluyla zorla alınabilir.      

İşte bunlar, aileye yönelik modern kimlik oluşturmaya dair sadece genel hatlardır. Bunlar ve daha dehşetli olan ifsat projelerini her daim devreye sokmakta ve ileriye yönelik çok daha yıkıcı ve yok edici projeler planlamaktadırlar. Bu yok edici plan ve projelere karşı ise Müslümanların koruyucu kalkanı ve sığınacak kaleleri maalesef yoktur. Müslümanlar, her yönden yapılan bu saldırılar karşısında tamamen korunmasız ve zayıf durumdadır. Bu sebeple her geçen gün Müslüman aileler dağılmakta ve zehirli oklar birer birer isabet etmektedir. Buna karşı koymak ise ancak Müslümanların kalkanı olan Râşidî Hilâfet ile mümkündür. Bu devasa projeler ile mücadele etmek ve Müslümanları korumak, sadece İslam esası üzerine kurulmuş bir devlet eliyle mümkündür. Artık Müslümanların bu gerçeği görmeleri ve kabul etmeleri zorunludur. Bunun dışındaki tüm çözüm önerileri sadece ifsat edici proje sahiplerine zaman kazandırmakta ve fesadın daha da yayılmasına imkân vermektedir. Toplumsal yapı hızla çökerken, “nasıl olsa bana ve benim aileme isabet etmez” düşüncesi, boş bir hayalden başka bir şey değildir.


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz