MÜSTAKİM BİR HAYATIN İNŞASINDA ÂLİMLERİN VE CEMAATLERİN SORUMLULUKLARI

Abdullah İmamoğlu

“İstikamet” kavramı, İslâmi literatürde sıkça kullanılan ve geniş yelpazede ele alınıp değerlendirilen kavramlardan bir tanesidir. Kelime manası itibariyle “doğru yol üzere olmak” anlamına gelen “istikamet” kelimesi, Kur’an ve Sünnet’te sıkça kullanılmıştır. Bizatihi Allah Azze ve Celle, Hud Suresi’nde geçen [فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ] “(Ey Habîbim!) Emrolunduğun gibi istikamet üzere ol!” ayetiyle elçisine istikamet sahibi olmayı emretmiştir. Abdullah ibn Abbas’a göre ise Kur’an-ı Kerim’de Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem için bu ayet-i kerimeden daha şiddetli bir hitap vaki olmamıştır. Belki de ayetin ve istikamet konusunun ihtiva ettiği önemi, söz konusu ayet ve Hud Suresi hakkında Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in söylediği şu söz, fazlasıyla betimlemektedir: [شيَّبتني هودٌ] “Beni Hud (Suresi) ihtiyarlattı...”[1]

“İstikamet” kelimesi, en geniş anlamıyla; “Allah’ın razı olduğu hayat üzere olmak” demek iken “istikametsizlik” ise “Allah’ın razı olmadığı bir hayat üzere olmak” demektir. Tam da bu anlamı kast ederek Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’den rivayet edilen bir hadiste kendisi şöyle buyurmuştur:

[وَعَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ مَسْعُودٍ قَالَ خَطَّ لَنَا رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ خَطًّا ثُمَّ قَالَ هَذَا سَبِيلُ اللَّهِ ثُمَّ خَطَّ خُطُوطًا عَنْ يَمِينِهِ وَعَنْ شِمَالِهِ وَقَالَ هَذِهِ سُبُلٌ عَلَى كُلِّ سَبِيلٍ مِنْهَا شَيْطَانٌ يَدْعُو إِلَيْهِ ثمَّ قَرَأَ إِن هَذَا صِرَاطِي مُسْتَقِيمًا فَاتَّبعُوهُ وَلَا تَتَّبِعُوا السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَنْ سَب۪يلِه] “Abdullah İbni Mesud’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bizim için bir çizgi çizdi ve buyurdu ki: ‘Bu, Allah’ın yoludur.’ Sonra o çizginin sağına ve soluna birtakım çizgiler daha çizdi ve, ‘Bunlarda yollardır. Her yolun başında bir şeytan bulunur ve insanları bu yollara çağırır.’ buyurduktan sonra, ‘Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. O yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır.’[2] ayetini okudu.”[3]

-Hadisten de anlaşıldığı üzere- istikamet, “Allah’ın razı olduğu hayat üzere olmak” demek ise bugün maalesef istikametten çok uzak, Allah’ın razı olmadığı bir hayat yaşıyoruz. Yaşadığımız istikametsizlikte -başka bir ifadeyle; istikamet sorunsalında-, âlimlerin ve cemaatlerin etkisi ve sorumlulukları da oldukça fazladır.

Âlimlerin ve cemaatlerin sorumluluklarına geçmeden önce, kısa da olsa istikamet sorunsalının temel sebebi üzerinde durmak istiyorum…

Günümüzde istikamet sorunsalının temel nedeni olarak, genelde fertlerin dini yaşamak hususunda gösterdikleri zafiyetler gösterilmektedir. Hâlbuki bugün yaşadığımız toplumsal istikamet sorunsalının giderilmesi/tedavi edilmesi sadece fertlerin iyi olması ile değil, fertler üzerinde tatbik edilen nizam ve uzantıları kanunlar ile alakalıdır. Dolaysıyla bugün karşı karşıya olduğumuz istikamet sorunsalını sadece fertlerin düzelmesi ve tedavi olmasıyla ilişkilendirmek, düğmeyi en başta yanlış iliklemek olacaktır. İçerisinde bulunduğumuz toplumsal çöküşün esasi müsebbibi, hiç kuşku yok ki üzerimize uygulanan kapitalizm esaslı kanunlar ve uzantıları yasalardır. Fıtrat dini olan İslâm’ın bir nizamı olarak hayatımıza müdahil olmasını yasaklayan laikliktir.

Toplumun “koruyucu kimyaları” olmaları hasebiyle âlimlerin ve “iyiliği emretme kötülükten nehyetme” vazifesini üstlenen cemaatlerin toplumsal çöküntü ve istikamet sorunsalı karşısında sorumlulukları oldukça fazla ve bir o kadar da önemlidir. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bir hadislerinde, âlimlerin toplumsal istikametin korunmasında ne denli öneme sahip olduklarını şöyle ifade etmişlerdir: [صِنْفَانِ مِنْ النَّاسِ إذَا صَلَحَا صَلَحَ النَّاسُ وَإِذَا فَسَدَا فَسَدَ النَّاسُ، العُلَمَاءُ وَالأُمَرَاء] “İnsanlardan iki sınıf vardır ki; onlar bozulduğunda bütün insanlar bozulur, onlar düzeldiğinde bütün insanlar da düzelir. Bunlar; âlimler ve yöneticilerdir.”[4]

Yine cemaatlerin, iyiliği emretmek kötülükten nehyetmek vazifesini icra etmeleri gerektiğini Allah Azze ve Celle şu kavliyle beyan etmiştir: [وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ اُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِؕ] “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun.[5]

Gerek âlimler gerekse de cemaatler, İslâm’ın kendilerine yüklediği sorumluluk gereği; istikametsizliğe sebebiyet veren esasi unsurları ortaya koymalı ve istikameti göstermelidirler.

Âlimler ve cemaatlerin, yaşadığımız ekonomik krizin temelinde yatan şeyin kapitalizmin ekonomi politikaları olduğu gerçeğini gündemleştirmek yerine sadece israf ahlakından bahsetmeleri; kanser hastasının esasi tedavisi yerine kanserin komplikasyonları ile uğraşan doktorun durumundan çok da farklı değildir.

Yine âlimler ve cemaatlerce, başta ahlaki kriz olmak üzere tüm krizlerin esasi müsebbibinin demokratik laik düzen olduğu gerçeğine işaret etmek yerine kusuru sadece fertlerin İslâm’ı yaşamamalarına bağlamak ve fertleri suçlu bulmak; asıl suçlu olan demokratik laik düzene ses çıkartmamak, bir nevi sistemin muhafızlığına soyunmaktır.

Ne var ki burada toplumsal manada istikamet sorunsalımız olduğu gibi âlimlerin ve cemaatlerin de istikamet sorunu vardır. Hâlbuki âlim, ne pahasına olursa olsun istikamet üzere olmalı, Allah’ın razı olmadığı hayatı var eden esasi gerçekleri korkusuzca ortaya koymalıdır. Hakeza cemaatler de Allah’ın kendilerinden talebi üzerine iyiliği emretmeli ve kötülükten de nehyetmelidir.

Aksi taktirde;

•İstikamet sorunsalının baş müsebbibi demokrasinin savunuculuğunu yapan, -en son genel seçimlerde de görüldüğü üzere- demokrasinin ömrünü uzatacak fetvalar yayınlayan âlimler, -bırakınız, toplumsal kalkınmaya önayak olmayı- toplumsal krizin bir nevi baş mimarlarından olmuş olurlar!

•“Hükümeti zor durumda bırakacağı için marufun söylenmemesi gerektiğini” savunan âlimlerin varlığı, toplumsal çöküşümüzü katmerleştirirler!

•Gasıp Yahudi varlığı ile normalleşen yöneticileri muhasebe etmek yerine, yöneticilerin yaptıklarını fetvalarıyla toplum nazarında meşrulaştıran(!) âlimler; istikamet sorunsalını çıkmaza sokmuş olurlar!

•Âlimler, Kur’an’ın yakılmasına karşı kınama mesajları ile yetinen ve somut adım atmayan yöneticileri, sorumluluklarını yapmaya davet etmeyerek; yöneticileri muhasebe etme vazifesini ihmal etmiş olurlar!

•Kazanımların kaybedilmesi endişesi taşıyan İslâmi cemaatlerin iktidarın haramlarına sessiz kalmaları, demokratik düzene can suyu olmuş olur!

Sözü muhatabına söylemek müstakim olmanın bir gereğidir. Âlimler ve cemaatler toplumun “istikamet haritaları”dır. İstikamet yolcularına mihmandardırlar. Madem öyle, en can alıcı soruyu soralım: istikamet bunalımı yaşayan âlim ya da cemaat, kendisine tabi olanı istikamete ulaştırabilir mi? Ya da -Türkiye özelinde söyleyecek olursak- toplumsal istikamet sorunsalını, istikamet sorunu olan(lar) çözebilir mi?

Asla çözemez!

-Bugün olduğu gibi- kime, neyi, nerede söyleyeceğini iktidarın belirlediği âlimler ve cemaatler, bu sorunsalı asla çözüme kavuşturamaz ve arzulanan toplumsal kalkınmayı gerçekleştiremez.

Bu sorun, ancak işlerinin tamamını Kur’an ve Sünnet merkezinde yapan cemaatler ve fetvalarını sadece Allah için veren âlimlerce çözülebilir.

Âlimler, hakikatleri dile getirmezlerse, asıl probleme işaret etmez de sadece komplikasyonlara dikkat çekerlerse hak ne zaman ortaya çıkacak, kim hakikatin sesi olacak? İstikamet sorunu yaşayan bu halka doğruyu kim hatırlatacak?

Rasulullah’ın varisleri olarak âlimler suskunluğa bürünürse yolunu kaybetmiş ümmet, “sırat-ı müstakim”e nasıl yol alacak?

Haykırmalı değil mi âlimlerimiz, demokrasinin hakiki yüzünü? Anlatmalı değil mi âlimlerimiz, cemaatlerimiz, kanaat önderlerimiz, yaşanan toplumsal çöküşün, demokrasinin acı meyvelerinden kaynaklı olduğunu? Hak ile batılı karıştırmaktan vazgeçmeli değiller mi?

Evet, tarihte böylesi âlimlerimiz vardı bizim. İstikamet üzere olan, istikamet üzere olmaları için yöneticileri korkusuzca muhasebe eden, toplumun koruyucu kimyası niteliğinde âlimlerimiz vardı.

İşte söyleyeceği sözün ve sergileyeceği tutumun kendisine tabi olanlar üzerindeki etkisinin farkında olup onları istikametten saptırmanın endişesini taşıyan Ahmed bin Hanbel örneği:

İmam Ahmed bin Hanbel’in en bariz öğrencilerinden Merruzi, kırbaçlanmaya götürülürken Ahmed bin Hanbel’e (onu takiyyeye ikna etmek gayesiyle) şöyle der: “Ey Ebu Abdullah! Allah Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır: [وَلَا تَقْتُلُوا أَنفُسَكُمْ] “Kendi canlarınıza kıymayın!” Bunun üzerine Ahmed bin Hanbel kendisine; “Ey Merruzi! Dışarıya çık ve ne görüyorsun bir bak!” der. Merruzi, devamla şöyle anlatır: “Bu sözü üzerine dışarıya Hilâfet merkez binasının olduğu alana çıktım ve alanda sayısını sadece Allah’ın bilebileceği ellerinde kâğıt-kalem, heybelerinde mürekkep okkası olan insanlar yığını gördüm. Merruzi insanlara sorar; “Burada ne yapıyorsunuz?” Cevap verirler: “Ahmed ibn Hanbel’in söyleyeceği şeyi bekliyoruz ki söyleyeceği şeyi yazalım (kayda alalım).” Merruzi, tekrar Ahmed ibn Hanbel’in yanına girerek şöyle der: “Ellerinde kağıt-kalem olup da senin söylediğini yazmayı bekleyen bir yığın insan gördüm.” Bunun üzerine Ahmed ibn Hanbel şöyle der: “Şimdi söyle ey Merruzi! Ben bu kadar insanı saptırayım mı? Kendi canımdan olurum ama onları asla saptırmam.”[6]

Âlimlerimiz, -bırakınız verdikleri fetvalar ile haramların önünü açmayı- bir Müslümanı günah işlemekten engelleyerek cehennem ateşinden korumaya çalışmalıdır. İşte örneği:

Ebu Muhammed el Yâfî “Ravdu’r-Riyahin fi Hikayeti’s-Salihin” adlı kitabında İmam Nevevi ile alakalı bir hikâyeden bahseder. Şöyle ki: “Bir keresinde hırsız pazar yerinde İmam Nevevi’nin sarığını alır ve kaçar. İmam Nevevi ise sarığını çalan hırsızın peşinden canhıraş koşar, koşarken de şöyle seslenir: [مَلَّكتُك إياها، قل: قَبِلْت] “Elindeki sarığı sana verdim. (Bu icaba mukabil) “Kabul ettim!” de.” İmam Nevevi’nin hırsıza sarığını alması için icapta bulunması ve hırsızdan onu “kabul ettim” demesini beklemesi, hibe akdinin ancak hibe etmek isteyene icap edilmesi halinde gerçekleşecek olmasındandır.

İmam Nevevi, gerçek bir âlim şiarıyla sarığı hibe ederek, haram olan hırsızlık fiilini işleyeni korumak, haram fiili hibe yoluyla helale dönüştürmek istemiştir.

Bir Müslümanı günah işlemekten engelleyerek cehennem ateşinden korumaya çalışan Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in varisi âlimler nerede, günümüzde haramların yolunu açan saray âlimleri nerede…

Rasulullah’ın varisi olan âlim, toplumun koruyucu kimyasıdır. Bırakınız halkı haramların kucağına terk etmeyi, bir Müslümanın bile haramla iştigal etmesine asla rıza göstermez ve göstermemelidir de!

Bir âlim, fetvalarında statükonun değil, Allah’ın rızasını kastetmelidir. Bu doğrultuda fetvalarını yayınlamalıdır. Yöneticileri değil Allah’ı memnun etmenin arayışında olmalıdır. İşte örneği:

“Âlimlerin Sultanı” lakabıyla bilinen İzz bin Abdisselam, fetva vermede acele etmez, çok titiz davranırdı. Yanlış fetvaları ilan vererek düzeltmekten de çekinmezdi. Nitekim bir defasında verdiği fetvanın hatalı olduğunu anlamış, Kahire’de tellal çıkartarak, “Her kim, İzz bin Abdisselam’ın şu fetvasını işittiyse bilsin ki bu fetva hatalıdır ve artık onunla amel etmesin.” diye söz konusu fetvanın yanlışlığını ilan ettirmiştir.[7] Bu davranışı, onun ne denli hakkı arzuladığını, halk nezdindeki itibarının sarsılması endişesi taşımadığını göstermesi bakımından çok önemlidir.

İzz bin Abdisselam’ı diğerlerine nazaran barizleştiren hatta “âlimlerim sultanı” yapan en önemli özelliği, fetvalarını kişilere göre değil Allah’ın rızası doğrultusunda vermesiydi. Şam’da Melik Salih İmaduddin İsmail, Haçlılarla anlaşma yaparak Sakîf, Sayda, Safd ve bazı kaleleri onlara bıraktığında ve aynı şekilde Haçlıların Şam'a girip silah almalarına izin verilince Şeyh, silah satışının haram olduğuna hükmedip yapılanın haram olduğunu Sultan’ın yüzüne haykırmıştır. Bununla da yetinmeyen İzz bin Abdisselam esnafları bir bir gezerek şöyle bir fetva yayınlar: Bugünden sonra topraklarımıza girip çıkan Haçlılara hiçbir şey satılmayacak ve hiçbir şey alınmayacaktır.[8] Hatta kılıç üreten esnaflara giderek özellikle onlara Haçlılar için kılıç yapmanın ve satmanın haram olduğu fetvasını verdi ve bu hususa dikkat etmeleri gerektiği telkininde bulundu. Buna riayet etmedikleri taktirde Allah katında zulme ortak olmaktan ötürü zalim olacaklarını açıkça beyan etti. Aynı günlerde bir terzi, “Ey Şeyh, Haçlılar bana elbise diktirmeye geliyorlar. Ben Haçlılara elbise dikersem zulme ortak olur muyum?” diye sorar. İzz bin Abdisselam’ın cevabı keskindir: “Hayır, sen zulümlerine ortak olmazsın. Sana iğne iplik satan zulme ortak olur, sen zalimin ta kendisi olursun.

Âlimin, toplumun koruyucu kimyası olma vazifesini üstlendiği bilincine sahip muasır âlimlerden bir örnek verelim şimdi de:

1961 senesinde, Tunus Devlet Başkanı Burgiba büyük allâme, müfessir Tâhur İbn Âşur’dan üretim performansının arttırılması maksadıyla Ramazan ayında işçilerin oruç tutmamalarına cevaz veren bir fetva yayınlamasını ister. Bu fetvasını da radyodan yayın yaparak duyurmasını söyler. Ne var ki muttaki âlim Tâhur İbn Âşur radyo programında orucun farziyetini beyan eden ayeti okuduktan sonra, Allah’ın razı olduğu hükmü fetva olarak vermiş ve şöyle demiştir: “Allah Azze ve Celle doğru, Burgiba ise yalan söylemiştir.” ibn Âşur ortaya koyduğu hakikatle Burgiba’nın bu hadsiz teşebbüsüne geçit vermemiştir.[9]

Bugün gerek âlimlerimizin gerekse de cemaatlerin toplumsal problemlerimize dair bir şeylerden bahsetmeleri, hakikatin tamamının gizlenmeden anlatıldığı anlamına gelmez. Zaten problemimiz tam olarak da bu değil mi?

Örneğin; âlimlerimizce dillendirilen “ABD bizim azılı düşmanımızdır!” repliği… Bu, hiç kimsenin itiraz edemeyeceği doğru bir sözdür. Ancak sadece bununla yetinmek yanlış ve de eksiktir. ABD gibi kâfir düşman devletle stratejik iş birliği ve dostluk kuran yöneticiler de muhasebeden nasibini almalıdır. ABD ile kurulan dostlukların katiyen haram olduğu anlatılmalı, bu konuda kimsenin kınamasına aldırmadan hakikatler konuşulmalıdır.

Kudüs ve Filistinli kardeşlerimiz için duaya kalkan eller, gasıp Yahudi varlığını tel’in eden diller, ne zaman gasıp Yahudi varlığı ile iş tutan, onlarla normalleşen yöneticileri işaret edecek ve muhasebe edecek? Etmelidir! Hocalarımız, kanaat önderlerimiz, cemaatler kâfirlerin kanlı ellerini sıkanları ifşa etmeli ve kurulan dostlukların haramlığını konuşmalıdırlar.

Ahlaksızlıkların geldiği boyut, eşcinselliğin ne denli büyük bir münker olduğu minberlerde, mihraplarda, konferans kürsülerinde anlatılmalı; çocuklarımızın selameti için bir dizi önlemler alınmalı ve hocalar bu nasihati yapmalıdır pek tabi. Ancak asıl kangrene sebep olan rahatsızlığın tedavi edilmesidir ki o, laik demokratik cumhuriyet nizamıdır. Asıl problemin kaynağına odaklanılmadığı müddetçe mesele, asla köklü bir çözüme ve değişime kavuşmayacaktır. Olan sadece çocuklarımıza ve nesillerimize olmaya devam edecektir.

Eğer demokratik esaslı siyasi mücadeleler desteklenmeye devam edilirse şu anki kötü vaziyetten çok daha fazlası olacağı muhakkaktır! İstikamet sorunsalı büyüdükçe büyüyecektir. Çünkü demokratik laik düzen yaşantımıza kaynaklık etmektedir. Ki demokratik laik düzenin genlerinde bir hayr, bir güzellik asla ama asla yoktur. İşte bu esasi hakikati haykırmak, hiç şüphesiz öncelikle âlimlerin ve cemaatlerin vazifesidir.

Ne mutlu bu vazifeyi hakkıyla tamam edenlere…

 

 



[1] Tirmizî

[2] Enâm Suresi 153

[3] İbni Mâce

[4] Ahmed bin Hanbel

[5] Âl-i İmran Suresi 104

[6] Menakib, El İmam Ahmed Bin Hanbel; İbn Cevzi

[7] Sübkî, Tabakât, C, VIII, s. 214

[8] Sübkî, Tabakât, C. VIII

[9] Dr. Bilkasım el Ğali, İbn Âşur’un Hayatı


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz