“İstikamet” kavramı,
İslâmi literatürde sıkça kullanılan ve geniş yelpazede ele alınıp
değerlendirilen kavramlardan bir tanesidir. Kelime manası itibariyle “doğru yol
üzere olmak” anlamına gelen “istikamet” kelimesi, Kur’an ve Sünnet’te sıkça
kullanılmıştır. Bizatihi Allah Azze ve Celle, Hud Suresi’nde geçen [فَاسْتَقِمْ
كَمَٓا اُمِرْتَ] “(Ey Habîbim!) Emrolunduğun gibi istikamet üzere ol!” ayetiyle
elçisine istikamet sahibi olmayı emretmiştir. Abdullah ibn Abbas’a göre ise Kur’an-ı
Kerim’de Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem için bu ayet-i kerimeden
daha şiddetli bir hitap vaki olmamıştır. Belki de ayetin ve istikamet konusunun
ihtiva ettiği önemi, söz konusu ayet ve Hud Suresi hakkında Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in söylediği şu söz, fazlasıyla betimlemektedir: [شيَّبتني هودٌ] “Beni
Hud (Suresi) ihtiyarlattı...”[1]
“İstikamet” kelimesi,
en geniş anlamıyla; “Allah’ın razı olduğu hayat üzere olmak” demek iken “istikametsizlik”
ise “Allah’ın razı olmadığı bir hayat üzere olmak” demektir. Tam da bu
anlamı kast ederek Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’den rivayet
edilen bir hadiste kendisi şöyle buyurmuştur:
[وَعَنْ عَبْدِ
اللَّهِ بْنِ مَسْعُودٍ قَالَ خَطَّ لَنَا رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ
عَلَيْهِ وَسَلَّمَ خَطًّا ثُمَّ قَالَ هَذَا سَبِيلُ اللَّهِ ثُمَّ خَطَّ
خُطُوطًا عَنْ يَمِينِهِ وَعَنْ شِمَالِهِ وَقَالَ هَذِهِ سُبُلٌ عَلَى كُلِّ
سَبِيلٍ مِنْهَا شَيْطَانٌ يَدْعُو إِلَيْهِ ثمَّ قَرَأَ إِن هَذَا صِرَاطِي
مُسْتَقِيمًا فَاتَّبعُوهُ وَلَا تَتَّبِعُوا السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَنْ
سَب۪يلِه] “Abdullah İbni Mesud’dan rivayet edildiğine göre şöyle
demiştir: Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bizim için bir çizgi çizdi ve
buyurdu ki: ‘Bu, Allah’ın yoludur.’ Sonra o çizginin sağına ve soluna birtakım
çizgiler daha çizdi ve, ‘Bunlarda yollardır. Her yolun başında bir şeytan
bulunur ve insanları bu yollara çağırır.’ buyurduktan sonra, ‘Şüphesiz bu,
benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. O yollar sizi
Allah’ın yolundan ayırır.’[2]
ayetini okudu.”[3]
-Hadisten de
anlaşıldığı üzere- istikamet, “Allah’ın razı olduğu hayat üzere olmak”
demek ise bugün maalesef istikametten çok uzak, Allah’ın razı olmadığı bir
hayat yaşıyoruz. Yaşadığımız istikametsizlikte -başka bir ifadeyle; istikamet
sorunsalında-, âlimlerin ve cemaatlerin etkisi ve sorumlulukları da oldukça
fazladır.
Âlimlerin ve
cemaatlerin sorumluluklarına geçmeden önce, kısa da olsa istikamet sorunsalının
temel sebebi üzerinde durmak istiyorum…
Günümüzde istikamet
sorunsalının temel nedeni olarak, genelde fertlerin dini yaşamak hususunda
gösterdikleri zafiyetler gösterilmektedir. Hâlbuki bugün yaşadığımız toplumsal
istikamet sorunsalının giderilmesi/tedavi edilmesi sadece fertlerin iyi olması
ile değil, fertler üzerinde tatbik edilen nizam ve uzantıları kanunlar ile
alakalıdır. Dolaysıyla bugün karşı karşıya olduğumuz istikamet sorunsalını sadece
fertlerin düzelmesi ve tedavi olmasıyla ilişkilendirmek, düğmeyi en başta
yanlış iliklemek olacaktır. İçerisinde bulunduğumuz toplumsal çöküşün esasi
müsebbibi, hiç kuşku yok ki üzerimize uygulanan kapitalizm esaslı kanunlar ve
uzantıları yasalardır. Fıtrat dini olan İslâm’ın bir nizamı olarak hayatımıza
müdahil olmasını yasaklayan laikliktir.
Toplumun “koruyucu
kimyaları” olmaları hasebiyle âlimlerin ve “iyiliği emretme kötülükten nehyetme”
vazifesini üstlenen cemaatlerin toplumsal çöküntü ve istikamet sorunsalı
karşısında sorumlulukları oldukça fazla ve bir o kadar da önemlidir. Rasulullah
SallAllahu Aleyhi ve Sellem bir hadislerinde, âlimlerin toplumsal
istikametin korunmasında ne denli öneme sahip olduklarını şöyle ifade
etmişlerdir: [صِنْفَانِ مِنْ النَّاسِ إذَا صَلَحَا صَلَحَ
النَّاسُ وَإِذَا فَسَدَا فَسَدَ النَّاسُ، العُلَمَاءُ وَالأُمَرَاء] “İnsanlardan
iki sınıf vardır ki; onlar bozulduğunda bütün insanlar bozulur, onlar düzeldiğinde
bütün insanlar da düzelir. Bunlar; âlimler ve yöneticilerdir.”[4]
Yine cemaatlerin,
iyiliği emretmek kötülükten nehyetmek vazifesini icra etmeleri gerektiğini
Allah Azze ve Celle şu kavliyle beyan etmiştir: [وَلْتَكُنْ
مِنْكُمْ اُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ
عَنِ الْمُنْكَرِؕ] “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden
bir topluluk bulunsun.”[5]
Gerek âlimler gerekse
de cemaatler, İslâm’ın kendilerine yüklediği sorumluluk gereği; istikametsizliğe
sebebiyet veren esasi unsurları ortaya koymalı ve istikameti göstermelidirler.
Âlimler ve cemaatlerin,
yaşadığımız ekonomik krizin temelinde yatan şeyin kapitalizmin ekonomi
politikaları olduğu gerçeğini gündemleştirmek yerine sadece israf ahlakından bahsetmeleri;
kanser hastasının esasi tedavisi yerine kanserin komplikasyonları ile uğraşan
doktorun durumundan çok da farklı değildir.
Yine âlimler ve
cemaatlerce, başta ahlaki kriz olmak üzere tüm krizlerin esasi müsebbibinin
demokratik laik düzen olduğu gerçeğine işaret etmek yerine kusuru sadece
fertlerin İslâm’ı yaşamamalarına bağlamak ve fertleri suçlu bulmak; asıl suçlu
olan demokratik laik düzene ses çıkartmamak, bir nevi sistemin muhafızlığına
soyunmaktır.
Ne var ki burada
toplumsal manada istikamet sorunsalımız olduğu gibi âlimlerin ve cemaatlerin de
istikamet sorunu vardır. Hâlbuki âlim, ne pahasına olursa olsun istikamet üzere
olmalı, Allah’ın razı olmadığı hayatı var eden esasi gerçekleri korkusuzca
ortaya koymalıdır. Hakeza cemaatler de Allah’ın kendilerinden talebi üzerine
iyiliği emretmeli ve kötülükten de nehyetmelidir.
Aksi taktirde;
•İstikamet
sorunsalının baş müsebbibi demokrasinin savunuculuğunu yapan, -en son genel
seçimlerde de görüldüğü üzere- demokrasinin ömrünü uzatacak fetvalar yayınlayan
âlimler, -bırakınız, toplumsal kalkınmaya önayak olmayı- toplumsal krizin bir
nevi baş mimarlarından olmuş olurlar!
•“Hükümeti zor
durumda bırakacağı için marufun söylenmemesi gerektiğini” savunan âlimlerin
varlığı, toplumsal çöküşümüzü katmerleştirirler!
•Gasıp Yahudi varlığı
ile normalleşen yöneticileri muhasebe etmek yerine, yöneticilerin yaptıklarını
fetvalarıyla toplum nazarında meşrulaştıran(!) âlimler; istikamet sorunsalını
çıkmaza sokmuş olurlar!
•Âlimler, Kur’an’ın
yakılmasına karşı kınama mesajları ile yetinen ve somut adım atmayan yöneticileri,
sorumluluklarını yapmaya davet etmeyerek; yöneticileri muhasebe etme vazifesini
ihmal etmiş olurlar!
•Kazanımların
kaybedilmesi endişesi taşıyan İslâmi cemaatlerin iktidarın haramlarına sessiz
kalmaları, demokratik düzene can suyu olmuş olur!
Sözü muhatabına
söylemek müstakim olmanın bir gereğidir. Âlimler ve cemaatler toplumun
“istikamet haritaları”dır. İstikamet yolcularına mihmandardırlar. Madem öyle,
en can alıcı soruyu soralım: istikamet bunalımı yaşayan âlim ya da cemaat,
kendisine tabi olanı istikamete ulaştırabilir mi? Ya da -Türkiye özelinde
söyleyecek olursak- toplumsal istikamet sorunsalını, istikamet sorunu olan(lar)
çözebilir mi?
Asla çözemez!
-Bugün olduğu gibi-
kime, neyi, nerede söyleyeceğini iktidarın belirlediği âlimler ve cemaatler, bu
sorunsalı asla çözüme kavuşturamaz ve arzulanan toplumsal kalkınmayı
gerçekleştiremez.
Bu sorun, ancak
işlerinin tamamını Kur’an ve Sünnet merkezinde yapan cemaatler ve fetvalarını
sadece Allah için veren âlimlerce çözülebilir.
Âlimler, hakikatleri
dile getirmezlerse, asıl probleme işaret etmez de sadece komplikasyonlara
dikkat çekerlerse hak ne zaman ortaya çıkacak, kim hakikatin sesi olacak?
İstikamet sorunu yaşayan bu halka doğruyu kim hatırlatacak?
Rasulullah’ın
varisleri olarak âlimler suskunluğa bürünürse yolunu kaybetmiş ümmet, “sırat-ı müstakim”e
nasıl yol alacak?
Haykırmalı değil mi
âlimlerimiz, demokrasinin hakiki yüzünü? Anlatmalı değil mi âlimlerimiz,
cemaatlerimiz, kanaat önderlerimiz, yaşanan toplumsal çöküşün, demokrasinin acı
meyvelerinden kaynaklı olduğunu? Hak ile batılı karıştırmaktan vazgeçmeli
değiller mi?
Evet, tarihte böylesi
âlimlerimiz vardı bizim. İstikamet üzere olan, istikamet üzere olmaları için
yöneticileri korkusuzca muhasebe eden, toplumun koruyucu kimyası niteliğinde
âlimlerimiz vardı.
İşte söyleyeceği sözün
ve sergileyeceği tutumun kendisine tabi olanlar üzerindeki etkisinin farkında
olup onları istikametten saptırmanın endişesini taşıyan Ahmed bin Hanbel
örneği:
İmam Ahmed bin
Hanbel’in en bariz öğrencilerinden Merruzi, kırbaçlanmaya götürülürken Ahmed
bin Hanbel’e (onu takiyyeye ikna etmek gayesiyle) şöyle der: “Ey Ebu
Abdullah! Allah Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır: [وَلَا
تَقْتُلُوا أَنفُسَكُمْ] “Kendi canlarınıza kıymayın!” Bunun üzerine
Ahmed bin Hanbel kendisine; “Ey Merruzi! Dışarıya çık ve ne görüyorsun bir
bak!” der. Merruzi, devamla şöyle anlatır: “Bu sözü üzerine dışarıya Hilâfet
merkez binasının olduğu alana çıktım ve alanda sayısını sadece Allah’ın
bilebileceği ellerinde kâğıt-kalem, heybelerinde mürekkep okkası olan insanlar
yığını gördüm. Merruzi insanlara sorar; “Burada ne yapıyorsunuz?” Cevap
verirler: “Ahmed ibn Hanbel’in söyleyeceği şeyi bekliyoruz ki söyleyeceği
şeyi yazalım (kayda alalım).” Merruzi, tekrar Ahmed ibn Hanbel’in yanına
girerek şöyle der: “Ellerinde kağıt-kalem olup da senin söylediğini yazmayı
bekleyen bir yığın insan gördüm.” Bunun üzerine Ahmed ibn Hanbel şöyle der:
“Şimdi söyle ey Merruzi! Ben bu kadar insanı saptırayım mı? Kendi canımdan
olurum ama onları asla saptırmam.”[6]
Âlimlerimiz, -bırakınız
verdikleri fetvalar ile haramların önünü açmayı- bir Müslümanı günah işlemekten
engelleyerek cehennem ateşinden korumaya çalışmalıdır. İşte örneği:
Ebu Muhammed el Yâfî
“Ravdu’r-Riyahin fi Hikayeti’s-Salihin” adlı kitabında İmam Nevevi ile alakalı
bir hikâyeden bahseder. Şöyle ki: “Bir keresinde hırsız pazar yerinde İmam
Nevevi’nin sarığını alır ve kaçar. İmam Nevevi ise sarığını çalan hırsızın
peşinden canhıraş koşar, koşarken de şöyle seslenir: [مَلَّكتُك إياها،
قل: قَبِلْت] “Elindeki sarığı sana verdim. (Bu icaba mukabil) “Kabul
ettim!” de.” İmam Nevevi’nin hırsıza sarığını alması için icapta
bulunması ve hırsızdan onu “kabul ettim” demesini beklemesi, hibe
akdinin ancak hibe etmek isteyene icap edilmesi halinde gerçekleşecek
olmasındandır.
İmam Nevevi, gerçek
bir âlim şiarıyla sarığı hibe ederek, haram olan hırsızlık fiilini işleyeni
korumak, haram fiili hibe yoluyla helale dönüştürmek istemiştir.
Bir Müslümanı günah
işlemekten engelleyerek cehennem ateşinden korumaya çalışan Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in varisi âlimler nerede, günümüzde haramların yolunu açan
saray âlimleri nerede…
Rasulullah’ın varisi
olan âlim, toplumun koruyucu kimyasıdır. Bırakınız halkı haramların kucağına
terk etmeyi, bir Müslümanın bile haramla iştigal etmesine asla rıza göstermez
ve göstermemelidir de!
Bir âlim,
fetvalarında statükonun değil, Allah’ın rızasını kastetmelidir. Bu doğrultuda
fetvalarını yayınlamalıdır. Yöneticileri değil Allah’ı memnun etmenin
arayışında olmalıdır. İşte örneği:
“Âlimlerin Sultanı”
lakabıyla bilinen İzz bin Abdisselam, fetva vermede acele etmez, çok titiz
davranırdı. Yanlış fetvaları ilan vererek düzeltmekten de çekinmezdi. Nitekim
bir defasında verdiği fetvanın hatalı olduğunu anlamış, Kahire’de tellal çıkartarak,
“Her kim, İzz bin Abdisselam’ın şu fetvasını işittiyse bilsin ki bu fetva
hatalıdır ve artık onunla amel etmesin.” diye söz konusu fetvanın
yanlışlığını ilan ettirmiştir.[7]
Bu davranışı, onun ne denli hakkı arzuladığını, halk nezdindeki itibarının
sarsılması endişesi taşımadığını göstermesi bakımından çok önemlidir.
İzz bin Abdisselam’ı
diğerlerine nazaran barizleştiren hatta “âlimlerim sultanı” yapan en önemli
özelliği, fetvalarını kişilere göre değil Allah’ın rızası doğrultusunda
vermesiydi. Şam’da Melik Salih İmaduddin İsmail, Haçlılarla anlaşma yaparak
Sakîf, Sayda, Safd ve bazı kaleleri onlara bıraktığında ve aynı şekilde
Haçlıların Şam'a girip silah almalarına izin verilince Şeyh, silah satışının
haram olduğuna hükmedip yapılanın haram olduğunu Sultan’ın yüzüne haykırmıştır.
Bununla da yetinmeyen İzz bin Abdisselam esnafları bir bir gezerek şöyle bir
fetva yayınlar: “Bugünden sonra topraklarımıza girip çıkan Haçlılara
hiçbir şey satılmayacak ve hiçbir şey alınmayacaktır.”[8]
Hatta kılıç üreten esnaflara giderek özellikle onlara Haçlılar için kılıç
yapmanın ve satmanın haram olduğu fetvasını verdi ve bu hususa dikkat etmeleri
gerektiği telkininde bulundu. Buna riayet etmedikleri taktirde Allah katında
zulme ortak olmaktan ötürü zalim olacaklarını açıkça beyan etti. Aynı günlerde
bir terzi, “Ey Şeyh, Haçlılar bana elbise diktirmeye geliyorlar. Ben
Haçlılara elbise dikersem zulme ortak olur muyum?” diye sorar. İzz bin
Abdisselam’ın cevabı keskindir: “Hayır, sen zulümlerine ortak olmazsın.
Sana iğne iplik satan zulme ortak olur, sen zalimin ta kendisi olursun.”
Âlimin, toplumun
koruyucu kimyası olma vazifesini üstlendiği bilincine sahip muasır âlimlerden
bir örnek verelim şimdi de:
1961 senesinde, Tunus
Devlet Başkanı Burgiba büyük allâme, müfessir Tâhur İbn Âşur’dan
üretim performansının arttırılması maksadıyla Ramazan ayında işçilerin oruç
tutmamalarına cevaz veren bir fetva yayınlamasını ister. Bu fetvasını da
radyodan yayın yaparak duyurmasını söyler. Ne var ki muttaki âlim Tâhur İbn
Âşur radyo programında orucun farziyetini beyan eden ayeti okuduktan sonra,
Allah’ın razı olduğu hükmü fetva olarak vermiş ve şöyle demiştir: “Allah Azze
ve Celle doğru, Burgiba ise yalan söylemiştir.” ibn Âşur ortaya koyduğu
hakikatle Burgiba’nın bu hadsiz teşebbüsüne geçit vermemiştir.[9]
Bugün gerek
âlimlerimizin gerekse de cemaatlerin toplumsal problemlerimize dair bir
şeylerden bahsetmeleri, hakikatin tamamının gizlenmeden anlatıldığı anlamına
gelmez. Zaten problemimiz tam olarak da bu değil mi?
Örneğin;
âlimlerimizce dillendirilen “ABD bizim azılı düşmanımızdır!” repliği… Bu,
hiç kimsenin itiraz edemeyeceği doğru bir sözdür. Ancak sadece bununla yetinmek
yanlış ve de eksiktir. ABD gibi kâfir düşman devletle stratejik iş birliği ve
dostluk kuran yöneticiler de muhasebeden nasibini almalıdır. ABD ile kurulan
dostlukların katiyen haram olduğu anlatılmalı, bu konuda kimsenin kınamasına
aldırmadan hakikatler konuşulmalıdır.
Kudüs ve Filistinli
kardeşlerimiz için duaya kalkan eller, gasıp Yahudi varlığını tel’in eden
diller, ne zaman gasıp Yahudi varlığı ile iş tutan, onlarla normalleşen
yöneticileri işaret edecek ve muhasebe edecek? Etmelidir! Hocalarımız, kanaat
önderlerimiz, cemaatler kâfirlerin kanlı ellerini sıkanları ifşa etmeli ve
kurulan dostlukların haramlığını konuşmalıdırlar.
Ahlaksızlıkların
geldiği boyut, eşcinselliğin ne denli büyük bir münker olduğu minberlerde,
mihraplarda, konferans kürsülerinde anlatılmalı; çocuklarımızın selameti için
bir dizi önlemler alınmalı ve hocalar bu nasihati yapmalıdır pek tabi. Ancak
asıl kangrene sebep olan rahatsızlığın tedavi edilmesidir ki o, laik
demokratik cumhuriyet nizamıdır. Asıl problemin kaynağına odaklanılmadığı
müddetçe mesele, asla köklü bir çözüme ve değişime kavuşmayacaktır. Olan sadece
çocuklarımıza ve nesillerimize olmaya devam edecektir.
Eğer demokratik esaslı
siyasi mücadeleler desteklenmeye devam edilirse şu anki kötü vaziyetten çok
daha fazlası olacağı muhakkaktır! İstikamet sorunsalı büyüdükçe büyüyecektir.
Çünkü demokratik laik düzen yaşantımıza kaynaklık etmektedir. Ki demokratik
laik düzenin genlerinde bir hayr, bir güzellik asla ama asla yoktur. İşte bu esasi
hakikati haykırmak, hiç şüphesiz öncelikle âlimlerin ve cemaatlerin
vazifesidir.
Ne mutlu bu vazifeyi
hakkıyla tamam edenlere…
[1]
Tirmizî
[2]
Enâm Suresi 153
[3]
İbni Mâce
[4]
Ahmed bin Hanbel
[5]
Âl-i İmran Suresi 104
[6]
Menakib, El İmam Ahmed Bin Hanbel; İbn Cevzi
[7]
Sübkî, Tabakât, C, VIII, s. 214
[8]
Sübkî, Tabakât, C. VIII
[9]
Dr. Bilkasım el Ğali, İbn Âşur’un Hayatı
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış