Son günlerde batılı kapitalistlerin
dünya kamuoyunu hallaç pamuğuna çevirircesine kurguladığı siyasi senaryoların
puslu havasını solumaktayız. Maalesef ki Müslümanlar olarak soluduğumuz havanın
keyfiyetini belirleme işi 90 yıldır kafirlerin insafına bırakılmış durumda.
Hatta öyle ki dost ile düşmanın karmaşıklaştığı kimin hayır kimin şer
getireceğinin bilinemediği bir süreci yaşıyoruz.
Eline silah alan her Müslüman’ın
sorgusuzca terör listesine alındığı, gerçek teröristlerin ise eline geçen her
Müslüman’ı öldürme özgürlüğüne sahip olduğu bir süreç.
Gazete köşelerinde siyasal İslamın
tehlikelerine vurgu yapan paralı kalemşörlerin popüleritesinin arttığı, cihad
mefhumunu hatırlatan her yazarın da tehcire uğradığı hazin bir süreç.
Müslümana batı maskesini geçirenlerin
kendilerine Müslüman maskesi uydurduğu tehlikeli bir süreç. Hatta yeryüzünü
kana bulamayı zevk ve eğlence haline getirenlerin özgürlük savaşçısı, Rabbini
razı etmek için canından ve malından vazgeçenlere Müslüman teröristler yaftası
vurulduğu aldatıcı bir süreç.
Kapitalist sermayedarların dünyada
medya gücünü elinde bulundurmasından dolayı bekası için türlü yalanı ve ifsadı
evden eve pazarlayan, bunu özgürlüğü ve şanlı demokrasisi(!) için yapan,
zehirli seküler fikirlerini allayıp pullayarak Müslüman mahallesinde salyangoz
satanlar gözünde İslamsız bir dünya nihai hedeftir. O halde etiketleme,
yaftalama ve çamur atma siyaseti medyada dolaşan kirli algıların temel eksenini
oluşturmaktadır. Örneğin adı ‘Irak-Şam İslam Devleti’ olan bir grup üzerinde
yapılan siyasetin tehlikesi göz ardı edilemeyecek kadar büyüktür. İslam Devleti
mefhumu ile kafa kesmenin, cinayet işlemenin, kan dökmenin yan yana anıldığı,
kin ve nefretin etrafa saçıldığı bir tehlikeden bahsediyoruz. Böylesi bir
siyaseti güderken Batılıların en güvendiği şey tabiî ki de Müslümanların gerçek
düşmanı ve gerçek katilleri tanımıyor, görmüyor ve bilmiyor olmasıdır.
İki büyük savaşın arkasından
Avrupa’yı kan gölüne çeviren emperyalizm, bölgesel düzeyde de oldukça kirli
savaşlara imza atmıştır. Alman ve İtalyan faşizminin desteğiyle İspanya
Cumhuriyeti’ne karşı 1936’da ayaklanan General Franko’nun faşist ordusu 1939’un
Mart ayında gösterilen insanüstü direnişe rağmen Madrid’i ele geçirdiğinde bir
milyondan fazla insanın kanına girmişti bile. Guernica katliamı gibi yüzlerce
katliama imza atarak iktidara gelen Franko’ya en büyük destek ise ABD’den geldi
ve bu destek sayesinde Franko 80’li yıllara dek ayakta kalabildi.
Portekiz’de 45 yıl hüküm süren
Salazar diktası da aynı güçlerin ürünüdür. 1930’da bütün siyasi faaliyetleri,
sendikaları yasaklayarak işe başlayan Salazar, ABD tarafından desteklenen gizli
servisi PİDE’nin baskısıyla Portekiz’i cehenneme çevirdi. Binlerce gencin,
işçinin katili olan bu diktatör ancak 1974 yılında bir ayaklanma ile devrilebildi.
Portekiz’in bu sürede sömürgelerinde yaptığı katliamlar bir yana kendi askeri
kaybı bile 10 bin ölü ve 50 bin yaralıydı.
1943 yılında devrilene kadar
Mussolini faşizminin İtalya’da yaptıkları ve özellikle Afrika’daki
katliamları ise tarihe kaydolmuştur. İktidar olur olmaz bütün işçi örgütlerini,
grevleri yasaklayan Mussolini yıllarca demir yumrukla yönettiği İtalya’nın
kontr-gerilla örgütü Gladio, Avrupa’nın en kanlı devlet terörü örgütlerinden
biridir. CIA denetiminde kurulan ve gazetecilerden adli suçlulara dek yüzlerce
insanı kullanan, milyarlarca dolarlık servetleri elinde tutan bu örgüt,
yüzlerce cinayete imza atmış, birçok ülkede neo-nazi çetelerin kurulmasına
önayak olmuştur.
1944’te Alman işgalini sona erdiren
Yugoslavya, on yıllar sonra 1990’larda bu kez ABD işgaline uğramıştır. Batılı
güçler tarafından kışkırtılarak kendi aralarında boğazlaşmaya itilen Yugoslavya
halkları, tam bir etnik kargaşa yaşamışlar, bu arada binlerce kişinin
öldürüldüğü, tecavüze uğradığı kirli bir savaş sırasında korkunç acılar
çekmişlerdir. Sonunda ABD’nin öncülüğünde bölgeyi işgal eden NATO güçleri,
Yugoslavya’nın varlığını tamamen sona erdirerek, kukla devletçiklerin yer
aldığı bir kaos yaratmışlardır. ABD destekli bir “ayaklanma”(!) ile yıkılan
Miloseviç’in yerine onun kadar sağcı ve katliamcı birinin getirilmesi de
ABD’nin amacını gözler önüne sermiştir. Bu arada besleme bir örgüt olarak
kurulan UÇK bahane edilerek Kosova ve Makedonya’nın işgali de
tamamlanmıştır.
Bu ülkelere karşı düzenlenen NATO
operasyonlarında sadece “yanlışlıkla” öldürülen sivillerin sayısı bile net
olarak saptanamamaktadır. Yunanistan’da yaşananlarda aynıydı. “ABD yardım etmezse Yunanistan komünistlerin
eline geçecek” çığırtkanlığı yapan Başkan Truman’ın desteğiyle başlayan
katliam süresince 50 binden fazla komünist öldürüldü.
Fransa ise sömürgelerinde uyguladığı
yüz kızartıcı suçlarla anılır. Büyük bir yenilgiye uğradığı 1954’e kadar
Vietnam’a kan kusturan, Cezayir’i kana bulayan Fransa, 1968’lerdeki
gösterilerde kendi halkına karşı da acımasız davranmış, Paris sokaklarında yine
muhaliflerin kanını akıtmıştır. Bütün bu saldırganlığın başını ise bizzat
devlet tarafından kurulan OAS isimli katiller örgütü çekmiştir. Fransa bugün
hâlâ Afrika ve Uzakdoğu’dan elini çekmiş değildir.
‘Kızılderili Katliamı’, ABD’nin
kuruluşundan çok önce başlayan insanlık tarihinin ağır suçlarından biridir.
Kristof Kolomb’un kıtaya ayak bastığı günden beri başlayan katliamlar
zincirinin Kuzey’deki ayağı da Güney’den hiç aşağı kalmaz. Bir zamanlar nüfusu
30-40 milyonu bulan Kızılderililerin sayısının bugün 2-3 milyona düşmesi bunun
en açık kanıtıdır. Korkunç bir asimilasyon politikasıyla, sahtekârlıklarla adım
adım sürülen Kızılderililer, yıllar boyunca toplama kamplarına ya da
kimliksizliğe mahkûm edildiler. Amerikan demokrasisi denilen şey, böylece
yaklaşık 30 milyon yerlinin katledilmesi üzerine kuruldu. On binlerce kölenin
açlıktan, hastalıklardan ve işkenceler yüzünden öldüğü bu dönemden sonra ilk
siyah hareketleri başladığında ise ortaya çıkan Ku-Klux-Klan linçleri işin
başka bir cephesidir. 1800’lü yıllardan bugüne dek süren Amerikan linç
geleneğinde, on binlerce siyah, yakılarak, asılarak öldürülmüş, bu arada
kısırlaştırma gibi iğrenç ırkçı yöntemler de uygulanmıştır. Öyle ki, salt
1870-1890 arasındaki yirmi yılda on bin siyah linç edilerek öldürülmüş,
1970’lere kadar siyah kadınların %24’ü, Porto Riko’luların %35’i
kısırlaştırılmıştır.
Bolivya’da ise sadece 1947-1952 arasında çoğu
madenci ve tarım işçisi 30 bin kişi ABD destekli cuntalar tarafından katledildi.
Bundan öncesinde kışkırtılan bölgesel savaşlarda ölen Bolivyalıların sayısı ise
on binlerle ifade edilmektedir.
Şili ise artık dünyadaki birçok
insan tarafından Pinochet cuntasının marifetleriyle tanınmaktadır. ABD kökenli
çokuluslu şirketlerin (özellikle ITT) siparişi üzerine CIA tarafından
tasarlanan darbe 1973’te general Pinochet tarafından gerçekleştirildi ve
darbenin ilk gününde toplam 35 binin üstünde insan işkencelerle, kurşuna
dizmelerle katledildi, binlerce insan sakat bırakıldı, binlercesi “kayıp”
edildi.
500 binlik ABD ordusu ve birbuçuk
milyonluk işbirlikçi Güney Vietnam ordusu, bütün teknolojik olanaklarına karşın
Vietnam halkını yenemeyince büyük bir soykırıma başvuruldu. Tarihin en büyük
hava bombardımanı yıllarca Vietnam’da vurulmadık tek bir metrekare alan
bırakmadı. 1963-1973 arasında öldürülen sivil Vietnamlı sayısı 4.5 milyon
kişiydi.
Bu tablo, Batı’nın kanlı ve acımasız
tarihini kendi pencerelerinden görebileceğimiz en net tablo. Bu tabloya
konulması gereken diğer katliam ve işkence verilerini de koyabilseydik bu
derginin sayfaları yeterli gelmeyebilirdi. Peki kendi halklarına düşman
yöneticiler ve cani diktatörler tayin eden sömürgeci Batı’nın gerçekleşen
katliamlara karşı duyduğu memnuniyet bu devletlerin kana susamış devletler
olduğunu göstermez mi? Ama bu devletlerin taşıdığı misyon gereği kendilerini
özgürlüğe adanmış ruhlar olarak göstererek Müslüman düşmanlarına karşı
takındıkları tavır da bundan geri kalmamaktadır.
Örneğin Filistin meselesi
yalnızca Ortadoğu’nun değil, dünyanın kanayan yarasıdır. 1947’de kurulan İsrail
devletinden sonra Filistinliler sürgün edilirken İsrail, ABD toplam dış
yardımının neredeyse yarısını alıyordu. Böylece bölgede bir bekçi köpeği haline
getirilen İsrail, 50 yılı aşkın bir süredir onlarca katliama imza atmış bir
“terör devleti” olarak varlığını sürdürmekte ve topraklarını her gün
büyütmektedir.
Irak ise bölge ülkeleri
içersinde son dönem ABD saldırganlığından en çok zarar gören ülkedir. 200 bin
insanın öldüğü Körfez Savaşı ve sonra çoğu çocuk 1.5 milyon Iraklının öldüğü
işgal dönemi bunun en açık örneğidir. Ama Irak olayı bu son olayla
açıklanamayacak kadar karışıktır. Daha yüzyılın başında “böl-parçala-yönet”
politikasıyla bölge ülkelerinin sınırlarını cetvelle çizen batı, bugünkü
despotik yönetimlerin başlıca kaynağı olmuştur. Halkların özgür iradelerini
hiçe sayarak bölgede bir sürü kerameti bilinmez Emirlik ve Şeyhlik kuran,
bölgeyi halk yönetimlerinden uzak tutmak için “yeşil kuşak” projesiyle sözde
İslami yönetimleri teşvik eden ABD, Ortadoğu’yu şekillendirmeyi kan ve göz yaşı
üzerine kurmuş oldu.
Zulümde yaptığı ün ile meşhur olan
Batılı devletlerin İslami beldelerde ‘‘terör’’e karşı verdiği savaşın bilançosu
da oldukça büyük. Fransızların Cezayir’e karşı verdiği özgürlük
mücadelesinde(!) onlar nazarında yüz binlerce Müslüman teröristin öldürülmesi
ile İtalya’nın Habeşistan ve Libya’yı kan gölüne çevirmesi aynı idealleri
taşıyordu. Yine İngilizlerin, Rusların ve Amerika’nın peş peşe işgale
yeltendiği Afganistan’da ilk işgal günüden bugüne değin istikrarsızlık ve kötü
gidişat ülkenin yakasını bırakmıyor. Bunun gibi doğudaki zulmü de Batı
hayranlıkla izliyor. Patani’de, Doğu Türkistan’da, Myanmar’da Keşmir’de
Müslümanların başına gelenler sömürgecileri ne kadar da mutlu ediyor. Aynı
insafsızlıkla hareket eden Batı, Afrika’nın tamamında açlıktan, sefaletten,
yoksulluktan kaynaklanan hastalıklara ve ölümlere karşı ölüm sessizliğine
bürünüyor. BM’nin iyi niyet elçileri, hümanist kurumları Müslümanların içler
acısı durumuna nedense kayıtsız kalıyor.
Peki bu özgürlük savaşçıları(!) bunca
cürümü işlemişken neden hala Müslümanlar terörist? Müslümanlar düzenli bir orduya,
siyasi bir otoriteye, tek bir komutana ve organize bir birliğe sahip değilken,
daha hiçbir batı beldesini işgal etmemişken, masum sivilleri öldürmeyi
batılılar gibi bir görev olarak addetmemişken, akidelerini yeryüzüne İzzet ve
Nur meşalesi olsun diye taşımak dışında bir gâye gütmezken nasıl olurda
terörist olabilir. En önemlisi de bir Hilafet devletleri olmaksızın, başlarında
kâfirlere ve batılı devletlere korku salacak bir halifeleri olmaksızın,
dünyanın farklı beldelerinde çok çeşitli işkence ve zulümler ile çırpınırken
korumasız, kalkansız olan bir ümmete nasıl terörist denilebilir? Özgürlüğü
Allah’a kullukta arayan, adaleti dinlerinin kaynağından çıkartan bir ümmete
böylesi bir yafta nasıl vurulabilir? Batı istediği her iğrençliği hiç kimseye
sormadan icra ederken, Müslümanlara kendi beldelerinde nefes alma hakkı
tanımamasına rağmen bu yaftayı nasıl vurabilir?
Evet, bugün gelinen noktada Batılı
devletler, onlara el uzatan medya organları ve uşaklıkta sınır tanımayan
yöneticiler İslam ümmetini birbirine düşman etmeyi başardı, gerçek düşmanları
gizleyerek yapay düşmanlar üretti. Hatta bunun ile yetinmeyip mefhumlara karşı
da kin ve nefret duyulmasını sağladı. Kendilerinin buğzettiği ne kadar İslami
mefhum varsa Müslümanların da buğzetmesi için çırpındı, kısmen bunu da başardı.
Bu minvalde Irak’ta IŞİD’in yaptıklarını, Afganistan’da Taliban’ın
mücadelesini, Suriye’de El-Nusra’nın mücahedesini, Somali’de Eş-şebab’ın
varlığını tehlike olarak gören Batı, aydın bakan her Müslüman nazarında gerçek
tehlike ve gerçek terör olarak görülmelidir. Zira yıllarca kapitalizme,
laikliğe ve demokrasiye karşı savaş vermiş tüm grupları terör listesine almış
ABD ve avanelerinin işlediği cürümlere rağmen içinde İslam’dan bir parça
bulunan bir gruba terör örgütü ifadesinin oldukça ucuz bir ifade olduğunu
herkesin anlaması gerekiyor. Böyle bir bakıştan hareketle bizim IŞİD’i,
Taliban’ı, El-Nusra’yı ve diğer cihadi grupları her halleriyle kabul ettiğimiz
anlaşılmasın. Zira IŞİD’in Suriye kıyamına verdiği zararın, İslam Devleti
mefhumuna yüklediği yanlış algıların farkındayız. Ama bütün bunlara rağmen
ABD’yi, Avrupalı devletleri bir bütünde sömürgeci Batı’yı aklayamayız. Çünkü
onların kirlettiklerini, fesada uğrattıklarını aklamanın tek çaresi Kapitalist
akidesini silip atarak, ona iman eden devletleri İslam’ın adaleti ve nuruyla
kuşatarak İslam’a tabi olmalarını sağlamaktır. Bunun ise tek yolu İslami
Hilafet Devleti’nin ikamesidir ta ki İslam, davet ve Cihad yoluyla en karanlık
beldelere bile ulaşsın ve o beldeleri adaletiyle aydınlatsın.
"Allah, sizlerden iman edip salih amel işleyenleri,
kendilerinden öncekileri yeryüzünde Halife kıldığı gibi onları da yeryüzünde
Halife kılacağını, onlar için seçtiği dinlerini (İslam’ı) yeryüzünde hâkim
kılacağını, (geçirdikleri) bu korkularını güvene çevireceğini
vaadetti. Zira onlar yalnız Bana kulluk ederler ve hiçbir şeyi Bana ortak
koşmazlar. Her kim de bundan sonra inkâr ederse işte onlar fasıkların ta
kendileridir." [en-Nûr 55]
Son olarak zulmü açıkça ortaya
çıkmış, cürümleriyle haddi aşmış bir kavme râm olmuş yöneticilere diyoruz ki;
Sizlere yakışan, İslam Nizamı olan yönetimi ikame etmek için ümmete
nusret vermektir. Zira Hilafet’in fecri doğmakta olup emareleri de ortaya
çıkmıştır. O halde Batı’ya bağlı kalmak üzere bahse girmeyin, bilakis Rabbinizi
razı etmek üzere bahse girin ve bu dine nusret vermek ve Allah’ın kelimesini
yüceltmek için ümmetin muhlis evlatlarıyla birlikte çalışın. Zira batılı
karilerin ne dünyada nede ahirette size bir faydası dokunacaktır. Çünkü onlar
yok olacak ve ümmet kalacaktır. Allah’ın nusreti ise yakındır.
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (O’nun
dinine) yardım eder, zafere ulaştırırsanız, Allah da size yardım eder,
zafer verir ve ayaklarınızı (dini üzere) sabit kılar.” [Muhammed
7]
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış