Tarih; Hicri 28 Receb
1342, Miladi 3 Mart 1924 Yer; İstanbul… Osmanlı halifesinin tam da İstanbul’un
merkezinden -Topkapı Sarayı’ndan- İngiltere destekli ajanların eliyle
çıkartılıp sürgüne gönderilerek, Müslümanların yeniden ayağa kalkamayacağı
düşüncesi ile onlarca bayrak, onlarca dil ve onlarca farklı yönetim şekli ile
birbirinden kopartılması gerçekleşti. İngiliz avam kamarasının lordu Curzon, “Bundan
böyle Müslümanlar bellerini doğrultamazlar, zira biz onların kalkanlarını
‘Hilafet’i’ aldık.” diyerek tarihi başarılarını ifade ediyordu.
Peki şimdi…
Tarih; Hicri 2 Ramazan
1436, Miladi 19 Haziran 2015 Yer; İstanbul… Hizb-ut Tahrir tam da İstanbul’un
merkezinden -Fatih’ten- Curzon’a kabrinden şeytan çarpmışçasına kalkacağı korku
dolu bir sürecin ilk sinyallerini verdi. Hatta günümüzün ‘Curzon’laşmış, Batılı
değerlere sımsıkı sarılarak güçlü devletlerin eteklerine yapışmış hain
yöneticilerinin pişmanlık çukurlarından çıkmak için yalvaracağı o şerefli ve
izzetli dönüşümün son hazırlıklarını tamamladı. İslâm Ümmetini gözünde karınca
sürüsü gören, katledilmesinden ve kirletilmesinden sevinç duyan ceberut
düşmanlara bu ümmeti güçlü, dipdiri ve sapasağlam gösteren Hizb-ut Tahrir’e ve
onun cesur yiğitlerine selam olsun.
Hilafet yıkıldıktan sonra Batılı
düşmanların Müslümanlar için aldığı en önemli tedbirlerden birisi de hiç
şüphesiz olabildiğince parçalara ayırıp milliyetçilik, mezhepçilik ve
fırkacılık gibi zayıf bağlar ile ‘küçük
ümmet’ oluşturmaktı. Sonra bu küçük ümmete farklı bayraklar, farklı diller,
farklı düşünceler, farklı hedefler kazandırarak onları sevmeleri gerektiğine hatta
onların korunması için canların feda edilmesi gerektiğine inandırdılar. Bu
inancı körüklediler ve ümmetin birbirine düşman olmasını, rakipler olmasını ve
birbiriyle Batıyı memnun etmek için yarışmasını sağladılar. Daha da yetmedi
içimizdeki bir takım âlimleri servetlere boğdular, bazı zenginleri mallarını
korumaları karşılığında kendilerine hizmetkâr kıldılar, cahillerimize kargaşa
çıkarttıracak fitne ateşini yaktırttılar. TV kanallarında kibirli ve müstekbir
kimseleri ümmetin karşısına entelektüel olarak oturttular. Ümmetin gerçek
aydınlarını, dava erlerini ve uyanık şahsiyetlerini ya hapsettiler ya da
unutturdular. Velhasıl Batılı kâfirler bu ümmeti bırakın akidelerine dönemeyen,
akidelerinin ne olduğu sorusuna bile cevap veremeyen bir yığına dönüştürmek
için çalıştı. Kısmen başarılı oldu da diyebiliriz. Ama başarılı olamadığı diğer
kısmı da asla inkâr edemeyiz. Zira bu ümmetsizleştirilmeye çalışılan İslâm
akidesinin bir grup tarafından yeniden büyük bir ümmete dönüştürülmesi
gerçeğidir. Bu gerçek yukarıda da bahsettiğimiz yer ve tarihte yeniden ‘Büyük Ümmet’ tasavvurunu Müslümanların
zihinlerine kazıyan Hizb-ut Tahrir gerçeğidir.
Hizb-ut Tahrir 63 yıldır
‘Büyük İslâm Ümmeti’ üzerindeki kapitalist saldırıları ciddi bir şekilde takip
eden, bu saldırıların mahiyetini ve sahiplerini karış karış izleyen ve bütün
sinsi planlarını korkusuzca deşifre eden bir kitledir. Siyasi komploları,
politik yalanları ve İslâm’a zarar verici üsluplarını aşikâr ederek
Müslümanların tüm bunlara karşı uyanıkça hareket etmesini tavsiye etmiş siyasi
bir kitledir. Yine fikrî çöküşün tesirlerini ortadan kaldırarak yeni bir fikrî
yükselişi gerçekleştirmek için ümmetle kaynaşan ve kültürleşen fikrî bir
kitledir. Bu kitle eş zamanlı olarak yaptığı bu amel ile bir kez daha ‘Büyük
Ümmet’ olmanın somut emarelerini tüm Müslümanlara göstermiştir. Davetinin
evrenselliği, fikirlerinin köklü oluşu ve söylemlerinin kuşatıcılığı sayesinde
bu ümmetin aslında yabana atılacak bir ümmet olmadığını, onun varoluş
faktörlerinin gerçekleşmesi halinde tüm dünyaya nasıl nizam vereceğini
ispatlamıştır.
Hizb-ut Tahrir öncülüğünde
yapılan sekiz yüz metrelik yürüyüş taşıdığı mana ve mefhum itibariyle
Müslümanların belki de yüzlerce yıllık yürüyüşlerinin başlangıç noktasını
oluşturuyordu. Yine ‘Büyük İslâm Ümmeti’ne kazandırdığı cesaret ve iştiyak ile
korku duvarlarının yıkılması ve laik, demokratik ve insan yapımı yönetimlerin
zilletinden Allah Subhanehû ve Teâlâ’nın
bizim için uygun gördüğü ilahi bir hayat nizamına geçişin ayak sesleriydi. Yine
bu yürüyüş demokrasi sloganlarının yerini Hilafet sloganlarına bırakarak ‘Büyük
Ümmet’ için gerçekleştirdiği doğru zihinsel dönüşümlerin de mimarı oldu. Artık
yeni bir alternatifi, yepyeni bir çözüm önerisini kökleri Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem ile yükselen
bir devlet projesini gündeme getiren Hizb-ut Tahrir ‘Büyük Ümmet’e ve ‘Küçük
Yönetici’lere tavsiyesini dinlemesi, ümmetin yükselişe geçmesi adına sondan
önceki çağrısını yaptı. Bu şu demekti; bizler büyük ümmet olarak yaşamak
istediğimiz İslâm Nizamı’nın temellerini attık, direklerini yükselttik,
çatısını oluşturduk ve çevresini sağlam duvarlar ile ördük. Artık son
çağrımızda sizleri böylesi bir nizam ile yaşamak üzere bizlerle birlikte olmaya
davet edeceğiz. İcabet ederseniz Rabbimizin bizden razı olacağı bir hayatı
birlikte yaşarız, eğer icabet etmezseniz zaten biz sizleri ve beldelerinizi de
Rabbimizin razı olacağı bir hale sokmak için var gücümüzle çalışırız. Artık
geriye yürüyecek ne zamanımız, ne de gücümüz kaldı. Zira biz bekledikçe
kâfirlerin zulümlerini izlemekten, mazlum ve mustazaf Müslümanlar için dua
etmekten başka bir çalışma yapmamaktayız. Hâlbuki bizler büyük bir ümmetin
parçalarıyız. Tıpkı üzerlerine varil bombalarının ölüm saçarak düşmelerine
rağmen Arakan’daki kardeşlerinin acısını da kendi acılarına ekleyerek onlar
için yürüyen Şam ehli gibi, tıpkı dört tarafı zulüm duvarlarıyla örülü necis
Yahudilerin baskılarına rağmen diğer beldelerdeki kardeşlerine sıcak bir çağrı
için meydanları dolduran Filistin ehli gibi âleme büyük ümmet olduğunu gösteren
parçalarız biz.
Hizb-ut Tahrir’in bu
‘Büyük Ümmet’ projesinin küresel politikalar için ne anlam ifade ettiğini derin
bir incelemeye tâbi tutan Heritage adlı düşünce kuruluşu İslâm’a oldukça kindar
olan azılı bir Yahudi Ariel Cohen’in raporunda şu ifadeleri kullanıyor: ‘‘Hizb-ut Tahrir, Orta Doğu ve Güney Asya’da
Amerikan çıkarlarına karşı yükselen bir tehlikedir. Orta Asya’da ve Müslüman
dünyanın diğer bölgelerinde var olan ılımlı rejimlere karşı yükselen bir
tehlikedir. En önemli meziyeti şu anda var olan siyasi rejimleri kabul
etmemesi, süratle gelişip büyümesi, geleceğe bakışı ve Amerika’yı düşman olarak
görmesidir.’’ Yine benzer bir araştırmayı Federal İsviçre için yapan
Jean-François Meyer şu ifadeleri kullanmaktadır: ‘‘Batı dünyasının da içinde yer aldığı dünyanın her yanında kolları
bulunan, evrensel İslâmî bir parti olan Hizb-ut Tahrir’in benzersiz bir hali
vardır. Bundan daha şaşırtıcı olanı ise ideolojisine ve varlığına bağlı kalınmasındaki
kahramanca adımlarla temsil edilmesiyle bu devletlerin tümünde aynı metodu ve
üslubu takip etmesi bakımından Hizb-ut Tahrir çok müthiştir. O milli değerleri
tümüyle reddeder. Müslüman toprakların tümünü, sonunda ise tüm dünyayı
birleştirecek olan tek İslâm Devleti’nin kurulmasını ister. Hizb-ut Tahrir
üyeleri sadece kendilerine gerçek Müslüman, diğerlerine ise yanlış Müslümanlar
olarak bakmazlar. Bu onları klasik İslâmî cemaatlerden ayrı bir yere koyar.
Onlar Müslümanların işlemiş oldukları bir suçtan dolayı asla özür dilemezler.
Savunma değil, saldırı pozisyonunda bulunmayı tercih ederler.’’ Batılı araştırmacıların özellikle
vurguladığı nokta Hizb-ut Tahrir’in ümmeti bir bütün olarak hiçbir özelliği ile
parçalamaksızın kabul etmesidir. Zira bu durum Batı için yenilir yutulur
cinsten bir durum değildir. Zira onlar İslâmî beldeleri bölüp
parçalayabildikleri kadar bu ümmetin cılız ve bitkin bir ümmet olacağını tasavvur
etmektedirler.
‘Büyük Ümmet Tasavvuru’
yapısı, işleyişi ve içerdiği muhteviyat olarak İslâm’ın tam bir ideoloji olarak
anlaşılması ve algılanması gereğinden doğmaktadır. Hizb-ut Tahrir bu algıyı
Fas’tan Endonezya’ya tanımlaması ile yapmaktadır. Doğudan batıya, kuzeyden
güneye dünyayı çevreleyecek küresel, evrensel ve bütünsel bir İslâm’ın
hâkimiyeti bu ideolojinin bir gereğidir. O halde bu ideolojiye iman eden
fertler böylesi bir bütünün parçaları olmaktadır. Bu parçaların rengine,
cinsine, diline, milliyetine ve içinde bulunduğu durumun zayıflık ve
güçlülüğüne bakılmaz. Yeri gelir Habeş’li Bilal Kâbe’nin üstüne çıkar, yeri
gelir Fars’lı Selman’ın savaş taktikleri kullanılır, yeri gelir Yesrib’li bir
fakir Kureyş’e yönetici olur. Ama onları esas manada güçlendiren vakıa
akidelerinden aldıkları güç ve Rasul’ün hayatından edindikleri tecrübelerdir.
Bu minvalde Hizb-ut Tahrir, Rasul SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in ‘‘Müslüman,
Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmana teslim etmez…’’ hadisini
‘Büyük Ümmet’ tasavvurunun şiarı olarak kabul eder. Yine Allah Rabbi’l İzze’nin
وَاعْتَصِمُواْ بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُواْ
وَاذْكُرُواْ نِعْمَةَ اللّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ كُنتُمْ أَعْدَاء فَأَلَّفَ بَيْنَ
قُلُوبِكُمْ فَأَصْبَحْتُم بِنِعْمَتِهِ إِخْوَانًا وَكُنتُمْ عَلَىَ شَفَا
حُفْرَةٍ مِّنَ النَّارِ فَأَنقَذَكُم مِّنْهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ
آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
‘‘Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, sakın ayrılıp
bölünmeyin. Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani bir zamanlar
birbirinize düşmandınız da o sizin kalplerinizi uzlaştırdı da kardeşler
oldunuz. Ateşten bir çukurun kenarında idiniz de o sizi ondan kurtardı. Doğru
yolda yürüyesiniz diye Allah sizlere ayetlerini böylece açıklar.’’ (Âli
İmran 103) ayeti ile ‘Büyük Ümmet’ tasavvuru içinde
kardeşliğin ve yekvücut olmanın temel dinamiklerini oluşturur. Buradan
hareketle ‘Büyük Ümmet’ kemiyet ve nicelik hesabı ile yola çıkılması anlamına
gelmez. Aksine sayısal azlığın güç dengelerindeki potansiyeli hiçbir şekilde
etkilemeyeceği, azlığın daha büyük güçler gerektirdiğinin bilinci ile Müslüman
toplumun daha etkili bir şekilde davalarına bileneceği unutulmamalıdır.
Azınlığı oluşturduğunda Hizb-ut Tahrir’in davetine tebessüm edenler şimdi bu
davetin yankılarına kulaklarını kapamak zorunda kalıyorlar. Nixon Center’da
araştırmacı olan Zeyno Baran’ın bu konudaki tespitleri oldukça önemlidir: ‘‘Bu partinin takdir kazandığı en önemli şey;
Müslümanlar arasında tek ümmet mefhumunu yaymış olmasıdır. Yani bir kimseye bir
kötülük dokunduğu zaman diğerinin de bunu hissetmesi mefhumudur.’’ ‘‘Yıllar
önce hilafete çağırdıklarında insanlar onlarla alay ediyorlardı. Fakat şu anda
hilafet daveti yayıldı.’’
Hilafet fikrî bir kıvılcım
olarak Müslümanlar arasında çakınca bunun alevlenen bir ateş olacağı tahayyül
edilemiyordu. Sonra bu hissedilince silah kullanmaksızın, şiddete
başvurmaksızın yayılması, sınırları ortadan kaldırması ve gittiği her yerde
kabul görmesi uzak bir ihtimaldi. Ama şimdi tüm bunlara rağmen Hizb-ut Tahrir
davetini tüm âleme fikrî ve siyasi bir eylem örüntüsü ile taşıdı ve metodundan
kıl kadar sapmadı. Bu vakıayı tıpkı Teröre Karşı Dünya Örgütü adına
açıklama yapan Minnick Whitman’ın tespitinde olduğu gibi birçok Batılı
araştırmacı da anlamış olmalıdır: ‘‘Hizb-ut
Tahrir, Mekke’yi fethettiğinde Muhammed’in takip ettiği stratejiye tâbi olarak
Müslüman toplulukları bir araya getiriyor.’’
Tüm bunlardan sonra
diyebiliriz ki; küresel bir çağrı olarak Hilafet fikri bugün ümmetin zihnine
yerleşmiş ve gayesi haline gelmiştir. Küresel bir davet olarak yapılan bu
çağrının Batılı kâfirlerin uykusunu kaçırdığı ve onları sistemleriyle beraber
tarihin dehlizlerine sürükleyeceği bir gerçektir. İslâm’ı tarih sahnesine
terör, savaş, kan, katliam gibi senaryolar ile koymak isteyen Batılılar
karşılarında gördüklerinde hiç de hoşlanmayacakları bir grup ile baş başa
kaldılar. Yine onların tabiri ile tüm bu senaryolara karşın savunmacı, mahcup,
hümanist ve iyice kabuğuna çekilmiş bir takım tasavvufi, kaderci, uzletçi,
‘mehdi’ci grupların yanı sıra umudunu kaybetmiş, toplumsal dışlanmaya ve
cedelleşmeye dönüşmüş bazı tekfirci grupların varlıkları ile huzur bulma
hayalleri çökmüştür. Artık onlar karşılarında hiç de bu gibi gruplara
benzemeyen küfür karşısında gerekli tavrı takınarak İslâm’ı ve Müslümanları
kuşatan, onlara izzetli bir hayatı telkin eden, onlara hayat bulacakları bir
sistem gösteren Hizb-ut Tahrir gibi bir kitleyi bulmuşlardır. Ve onun çağrısına
insanların kulaklarını kapatması için harcadıkları paralar, kurdukları tuzaklar
ve tüm sinsi manevralar gerisin geriye dönmüştür. Zira o aydın akılların, güçlü
zihinlerin meydanları doldurduğu bir çağrı ile dünya konjonktürünü değiştirmeyi
başarmıştır.
Gelinen noktada açıkça
görülmektedir ki, kurulduğu günden bugüne Büyük İslâm Ümmetine hiçbir
çağrısında yalan söylemedi. Yöneticilerinin defalarca aldatmasına, seçim
mitinglerinde onlarca kez aşağılamasına rağmen yine aynı yöneticilere teveccüh
gösteren bu ümmet, kendisini asla aldatmayan Hizb-ut Tahrir’e bütün teveccühünü
göstermeli ve onunla birlikte hayırlı ve izzetli bir hayatın kapısını
açmalıdır. O yüzdendir ki o çağrıda bulunduğunda bunu temcit pilavı gibi
defalarca gündem yapmaz, onu ciddiyetsiz bir çağrı olarak rastgele savurmaz,
onu üçüncü çağrısı olmasına rağmen sondan önceki çağrı olarak adlandırır. Zira
onun her çağrısı, yöneticilerin oy isterken yaptığı basit ve yüzeysel
çağrılardan çok daha önemli ve yücedir. Çünkü o Allah ve Rasul’ünün
Müslümanları çağırdığı şeye çağırıyor.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَجِيبُواْ لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ
إِذَا دَعَاكُم لِمَا يُحْيِيكُمْ
‘‘Ey iman edenler! Allah ve Resulü sizi, size hayat verene
çağırdıklarında ona hemen icabet edin.’’ (Enfal 24)
‘Büyük Ümmet’ bir yürüyüşe
isim oldu belki ama onu tozlu raflardan çıkartıp, yeni bir perspektif ile
dünyaya anlatmak, onun dinamiklerini hayata indirmek, onu İslâm’ın olmazsa
olmazı haline getirmek Müslümanlar için daha büyük ufuklara yelken açmak
olacaktır.
‘‘Vuslatın yaklaştığını hissedişimiz karanlığın en koyu halini
alışındandır. Zulüm bâki değildir, arzulanan değişim yakındır.’’
وَأُخْرَى تُحِبُّونَهَا نَصْرٌ مِّنَ اللَّهِ وَفَتْحٌ قَرِيبٌ
وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ
‘‘Ve seveceğiniz başka bir
şey daha var: Allah’tan bir zafer ve yakın bir fetih. Müminleri müjdele.’’ (Saff
13)
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış