بَرَاءةٌ مِّنَ اللّهِ وَرَسُولِهِ إِلَى الَّذِينَ عَاهَدتُّم مِّنَ الْمُشْرِكِينَ فَسِيحُواْ فِي الأَرْضِ أَرْبَعَةَ أَشْهُرٍ وَاعْلَمُواْ أَنَّكُمْ غَيْرُ مُعْجِزِي اللّهِ وَأَنَّ اللّهَ مُخْزِي الْكَافِرِينَ
“Bu, Allah ve Rasulü’nden kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere bir ültimatomdur. Ey Müşrikler! Yeryüzünde dört ay daha dolaşın. İyi bilin ki siz Allah’ı aciz bırakacak değilsiniz. Allah ise kâfirleri rezil ve perişan edecektir.” (Tevbe 1-2)
Yaşadığımız şu günler, tıpkı ayet-i kerimede bildirildiği gibi müşriklere verilen zamanın artık dolmak üzere olduğunu ve onların şu dünya üzerinde rezil ve perişan olacakları günlerin çok yaklaştığını bizlere hissettiriyor. Bu hislerimiz artık salt duygusal veya heyecanla tetiklenmiş hisler olmaktan öte Müslümanların söylemlerinden ve somut olarak gördüğümüz eylemlerinden çıkan bir sonuçtur. Bu sonucu yüz yıllık sömürgeci zihniyetin Müslümanlar üzerinde kurduğu tahakküm doğurmuştur. Artık sömürgeci kâfir devletlerin Müslümanları oyalama, onları hile ve desiseler yoluyla aldatma, süslü ve cafcaflı fikirlerle coşturma, anlık kamuoyu değişiklikleriyle şaşkına çevirme, planlı ve disiplinli bir çalışmayla gündemlerini oluşturup istedikleri tepkiyi göstertme gibi argümanları tükenme safhasına geldi. Kullandığı üsluplar deşifre oldu ve İslam Ümmeti, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in bildirdiği üzere korkulacak bir ferasete kavuştu. Ümmetin muhlis evlatları çeşitli beldelerde yönetimi değiştirmeye gücünün yettiğini, istenildiğinde hain yöneticilerin alaşağı edilebileceğini tüm dünyaya gösterdi. Geçmişte Batı’ya kalemşörlük yapan yazar-çizer tayfasının gerçek niyetleri aşikâr oldu. Yine Ümmeti en zor zamanlarında yalnız bırakan nusret ehli kişilerin gerçek karakterleri su yüzüne çıktı. Müslümanlara yöneticilik yapmak için Batılı patronlarının kuyruklarında sıraya giren memur(!) liderlerin kirli çamaşırları gözler önüne serildi. Batı’ya ait fikirleri İslamî beldelere pazarlayan medya patronlarının, altın tepsilerde küfrü nimetmiş gibi sunan yerli işbirlikçilerin, durmadan vahdet deyip Ümmeti gasp edenlerin habis tezgâhları ve masa başı oyunları ayyuka çıktı. Hal böyle iken kimse Müslümanlardan daha fazla uyumasını ve gelişecek senaryolara daha fazla oyunculuk yapmasını bekleyemezdi. Artık yeni senaryoları Müslümanlar yazacak ve bu senaryolar karşısında altenatif üretmeye, çözüm arayışları bulmaya sömürgeci devletler çalışacaktır.
Dün Irak’ta ABD’den Demokrasi talep edenler, bu taleplerini canlarıyla-kanlarıyla ödediler. Bugün ise Suriye’de akan bir damla kan için dile getirilen talep Demokrasi olmadı. Şanlı mücahidlerin dillerinden artık Hilafet istekleri eksik olmuyor. Zira Demokrasi istemiş olsalardı, ABD onlara çoktan taleplerini ulaştırmıştı. Veya söylenen sözler Batılıları razı etmiş olsaydı, Batılı devletler çoktan yardımlarına koşmuş ve onları himaye etmişti. Ama artık İslamî coğrafyadaki gelişmeler İslam düşmanı Batılı yöneticilerin istediği gibi gelişmiyordu. Şimdi eskisi gibi yönetimleri kendi lehine evirmek hiç de kolay olmayacaktı.
Bu yüzden başta Amerika olmak üzere Avrupalı devletlerin birçoğu bilim adamlarıyla, siyaset uzmanları ve istihbaratçılarıyla süreci kotarmanın hesabını yapıyorlar. Artık Ümmet’in çığlıkları sömürgeci kâfirleri sağır ediyor. Çünkü artık atılan çığlıklar hiç hoşlarına gitmiyor.
Ümmeti derin uykusundan uyandıran ve gücünü harekete geçiren temel saikleri ve bu süreci etkileyen başlıca müsebbibleri üç başlık altında incelememiz gerekir.
1. İslam Ümmeti’nin parçalanması ve topraklarının sömürgecilerce payaşılması
Tam doksan yıl önce ‘Sulta’nın Hilafet’ten ayrılmasıyla başlayan hazin süreç iki yıl sonrasında Hilafet’in de ortadan kaldırılmasıyla dönemin büyük devleti olan İngiltere için parlayan bir süreç haline gelmişti. Müslümanları ayakta ve diri tutan Halifeleri sürgüne gönderilmiş, eğitim-öğretim işleri Laikleştirilmiş, Şeriatı tatbik eden mahkemeler kapatılmış, ordunun yapısı değiştirilerek İslamî olmaktan çıkarılmış ve bunların hepsi bir güne sığdırılmıştı. Sonrasında medreselerin kapatılması, giyim kuşamın medenileştirilmesi(!), İslamî lafız ve kelimelerin kullanımının yasaklanması, dilinin değiştirilip Latincenin seçilmesi… kısacası, toplumsal değişimin hızlandırılıp bir an önce İngiliz kültürünün körpe beyinlere nakşedilmesi… Buraya kadar kısaca geçilen değişimler, meselenin toplumsal yönünü oluşturuyordu. Bu durumda Ümmetin aydınları ve Müslüman âlimler sivriliyor, bu değişimin Müslümanların dinlerini yok ettiğini savunuyor, ayaklanıyor ve öldürülüyordu. Baskının, zulmün ve susturmanın en yoğun yaşandığı zamanlarda özellikle Hilafet’in kaldırıldığı Türkiye başta olmak üzere dünyanın her yerinde Müslümanların önleri kesiliyor ve azıcık sesini yükseltenlerin başları gövdelerinden ayrılıyordu. Bu duruma karşı Batı, sinsi manevralar hazırlıyor, yoğun çalışmalar ile projesini hayata indirmeyi başarıyordu. Batı’yı bu denli güçlendiren ve projesini tatbik ettiren unsurların başında planlı-programlı-disiplinli ve ciddi bir ilerleyişin yattığını inkâr edemeyiz. Onlar, onlarca hatta yüzlerce yıllık hedefler koyarken, Müslümanları hedefsiz bırakıyor ve anlık plan yapmalarına bile engel oluyorlardı. Zira Müslümanların içlerine soktukları fitne tohumu günden güne büyüyor ve zaten Halifesiz kalmış bir topluma hangi virüsü enjekte etsen yayılması kolay oluyordu.
İkinci aşamaya, beklenenden daha hızlı ulaşan Batı, bir an önce sınırların netleştirilmesi ve her beldenin belirlenen şahıslara teslim edilmesi için hazırlıklar yapmış, neticede İslam beldeleri Avrupalı devletlerce bölüşülmüş ve her bir ülkeye oradaki azınlıklardan yönetici seçilmiş, Müslümanlar iç karışıklıklara mahkûm edilmişti. Bununla da yetinmeyen sömürgeci devletler, ‘İsrail varlığını’ Müslümanların kalbine sokarak iyice tükenmelerini sağlamış, ayağa kalkmasını engellemişlerdi. Bundan sonraki süreçte Avrupalı devletler siyasî kazanımlar sağlayacak ve bereketli İslam topraklarındaki servetlerin, hazinelerin anahtarlarını ellerine geçireceklerdi.
Tam da burada akıllara sırtlanların taktiği geliyor: “Sırtlan ne zamanki avını tespit ederse (korkaklığından dolayı hemen avının üzerine gitmez de bir taktik uygulayarak) onu unutur gibi terk eder, ta ki avı onun yanına kendisi gelsin. Daha sonra avını ani bir darbe ile yakalar. Av, artık kendi kanını görünce uykusundan uyanır fakat geç kalmıştır. Daha sonra sırtlan avını vadinin dibine götürür ve onu oracıkta yer.”
2. Batı’nın İslam Ümmeti’ne kendi fikirlerini pazarlaması ve durumlarına razı ettirmesi
Batı; Demokrasi, Laiklik, Liberalizm, milliyetçilik ve Sosyalizm gibi fikirleri İslamî beldelere gönderdikleri ajanları sayesinde empoze edebilmiştir. Burada en büyük iş topluma zorla seçtirilen liderlere ve sözde kanaat önderlerine düşecektir. Ülkelerinin sözü geçen profesör veya âlim etiketli şahısları devletin kontrolüyle toplumlara fasit fikriyatları kazandıracak ve bu gibi modernist zihniyetin ürünlerini İslam ile meczetme yarışına gireceklerdir. Mısır’da Cemal Abdunnasır, Enver Sedat ve sonrasında gelen Hüsnü Mübarek Batılı devletlerle kopmaz bağları bulunan yöneticiler olmuşlar ve Mısır’ı Arap milliyetçiliği ve Sosyalizm gibi birbirine zıt düşüncelerin deneme tahtası haline getirmişlerdir. Kendi dönemlerinde İslamî mücadele veren bütün yapılanmalara ve muhlis Müslümanlara karşı akıl almaz işkencelerle sindirme yoluna gitmişler, böylece taşıdıkları misyonlarıyla beraber aynı akıbete uğrayarak tarihin çöplüğüne atılmışlardır. Pakistan’da da durum bundan farklı olmamıştır. Bangladeş’ten ayrılarak İngiliz güdümünden çıkan Pakistan’da Müşerref, darbeyle yönetimi devralarak ülkeyi Amerikan güdümüne sokmuştur. On yıllık militarist yönetimle ülkedeki bütün Müslümanları kendine hasım ilan eden Müşerref yönetimi, tıpkı Mısır’da olduğu gibi patronlarının emriyle ülkede davetçi Müslüman bırakmamıştır. Lâl Mescidi’ne yapılan tüm dünyanın şahit olduğu saldırıda güya terörü engellemek adına Müslüman avı yapılmıştır. Benzer hadiseler kopya edilmişçesine Libya’da da yaşandı. Kırk yıldan fazla Libya’ya yönetici olan Muammer Kaddafi de askerî darbeyle işbaşına gelip adını ‘Evrensel Üçüncü Teori’ olarak adlandırdığı İslamî Sosyalizm ile toplumu felakete sürükledi. Absürt düşünceleri, kibirli politikaları ile hem antiemperyalist takıldı, hem de Batı menşeli teorilerle halkını açlığa mahkum etti. Üzerinde yaşadığı toprakların en verimli petrol kaynaklarına sahip olmasına karşın bu serveti sadece akrabaları, şakşakçıları ve sistemi işler kıldığı taşeronları arasında paylaştırdı. Yanı sıra Demokratik seçimlerle iktidar olan İslamî Selamet Partisi (FIS) Cezayir’de Batı’nın kendi putunu yemesine sebep oldu. Çünkü Batı’nın, Demokratik de olsa Müslümanların yönetimi kendi ellerinden almasına tahammülü yoktu. Zira aynı örneği Türkiye’de görmek mümkün... İngilizci katı-Laik zihniyet yerini Demokratik-Laik zihniyete bırakmadı. İki kişiden birinin oyunu alan bir Başbakanı asarak kendi oyununa devam etti ve Demokrasi putunu yedi. İngilizlerin kültür işgali Türkiye’de “on yılda on beş milyon genç” diyerek hafıza kaybına uğratmış ve her gelen yöneticinin toplumun temiz fikriyatını bozma ameliyesi başarıyla gerçekleşmişti. Ve Suriye, yarım asırdır BAAS zulmü altında. İslam toplumuna bir kaç beden büyük gelen Sosyalizm elbisesi zoraki giydirilmekte olan bir belde. 40 yıldır da oligarşi ile yönetilen Suriye toplumu artık üzerine giydirilen birçok elbisenin eğreti durduğunu ve oldukça sırıttığını gördü. Ama burada da zulüm ve baskı, gören gözleri kör ediyordu.
İşte Emperyalist devletlerin bu yaptıkları da akıllara ‘Stockholm Sendromu’nu getiriyor. Psikiyatr Nils Bejerot tarafından adlandırılan sendrom, ismini 1973 yılında İsveç'in başkenti Stokholm'de yaşanan bir olaydan almaktadır. Banka soyguncusu tarafından altı gün boyunca rehin tutulan bir kadın, soyguncuya duygusal olarak bağlanır. Serbest kaldığında soyguncuyu savunmakla kalmaz, nişanlısını terk ederek kendisini rehin alan banka soyguncusunun hapisten çıkmasını bekler.
3. Müslümanların, Batılı kâfirleri sağır eden ‘Hilafet’ çığlıkları;
Arap Baharı’yla dünya kamuoyunu değiştiren Müslümanlar, gerçekleşen değişimlerin uzaktan izleyicisi olmadı. Bizatihi köhnemiş düzenlerin korkulu rüyası haline geldi, direnişlerde hep başrol oynadı. Kimi değişimler hak ettiği yere gelemedi, kimileri son anda el değiştirdi, kimileri de hâlâ sonucu beklemekte. Ama bir şey kazanıldı bu topraklarda, uzun zamandan beri kaybedilen bir duygu: cesaret. Müslümanlar akidelerine olan güvenlerini sağlamlaştırdığında karşılarına çıkan güçlere aldırış etmeksizin ilerlediler. Şehid Seyyid Kutub’un dediği sözü anlamaya başladılar: “Bu davetin yolu güllerle, fesleğenlerle süslenmiş değildir, bilakis bu davet, cesetlerle kafataslarıyla süslenmiştir.” Sinelerini düşman mermilerine siper ettiklerinden beri kurşungeçirmez oldular. Şehitlerin kanları ile zafere ulaşacaklarını anladıklarında ölümsüz oldular. Mücadeleye küfrün parmağını sokmadılar, kâfire eman vermediler. Onlar sadece Rabblerine güvendiler.
Suriye şehitleri tüm Müslümanlara; dökülen kanlara, verilen canlara karşılık olarak Demokrasinin talep edilmeyeceğini gösterdi. Bu mübarek bedenlerin ancak Rızay-ı İlahi için feda edilebileceğini öğretti. Demokrasi çığırtkanlarının cılız sesleri bile Müslümanları küfrün kucağına atmaya yetiyordu. Hâlbuki şimdi Suriye ile yükselen Hilafet sesleri tüm dünya Müslümanlarının sloganı haline gelmiş durumda.
Geçen sene Somali’de yaşanan acı senaryoların bir benzeri bu sene Arakan’da yaşanırken “Stratejik Derinliğe” sahip Dışişleri Bakanı A. Davutoğlu her seferinde Birleşmiş Milletlerin eteğine yapışmaktan bir lahza vazgeçmiyor. Irak’ta, Filistin’de, Libya’da, Suriye’de hep aynı yerden, BM’den medet umuyor. Müslümanların “İsrail”e kafa tuttuğu düşüncesiyle savunageliği İran yönetimi Rus ve Çin ile aynı safta yer alıyor. Suriye’deki zulmü meşru gören İran’a en büyük tepkiyi eski savunucuları veriyor. Aynı şekilde Mısır; yönetim değişti diye sevinen Müslümanlar Mursi’nin yaptıklarına şahit olunca şaşkına dönüyor. Hepsinden de kuru gürültüler çıkıyor. Onlarca kez gürlemelerine rağmen bir kez bile yağmayan sözde liderler Ortadoğu’nun ağabeyi olmaya yarışıp dursunlar, Müslümanlar hepsini birden diskalifiye etmeye güç yetirecektir biiznillahiTeala. Zira Allah Subhanehu ve Teâlâ Nisa Suresi’nin 141. ayeti kerimesinde وَلَن يَجْعَلَ اللّهُ لِلْكَافِرِينَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ سَبِيلاً “Müminler aleyhine kâfirlere asla bir yol vermeyeceğini” buyuruyor.
İşte sömürgeci kâfirleri sağır edercesine Hakk’ı tutup kaldıran Suriyeli mücahitlerin kutlu söylemleri İdlib’in Binniş bölgesindeki Müslümanların “Vel Hilafe Matlabna” (Talebimiz Hilafettir) sloganlarıyla başladı. Şeyh Nabil Awad Müslümanları katledenlerin Farsça konuştuğunu belirttiği konuşmasında; Suriye zulmünün arkasında İran, Çin, Rusya, Lübnan’daki Hizbullah, Mehdi ordusu, Mukteda es-Sadr, Bedir Tugayları gibi mezhepçi grupların kadınların ve çocukların üzerlerine çöktüklerini belirterek Allah Rasulu SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şu hadisini hatırlatıyor:
“Diğer milletler, tıpkı sofraya yemek için üşüşen insanlar gibi sizin üzerinize üşüşecekler.” Bunun üzerine Sahabeler şaşkınlıkla sorarlar: “Ya Rasulullah, o gün sayımız çok mu az olacak?” Efendimiz SallAllahu Aleyhi ve Sellem, “Aksine, o gün sayınız çok olacak. Fakat siz, sel önünde sürüklenen çer-çöp gibi olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden sizin korkunuzu silecek, sizin kalbinize de “vehn” verecek.” Bunun üzerine Sahabelerden biri sorar: “Vehn nedir ya Rasûlullah?” O buyurdu ki: “Dünyayı sevmek, ölümden korkmaktır” ve şöyle devam etti Şeyh Nabil: “Fakat Ümmet içerisinden Allah’ın izniyle bir grup çıkacak Ümmetin izzetini iade edecek.”
Peki, hava saldırılarında iki eli birden parçalanmış olan muhlis gencin söylediği “Ey Beşşar iki elim kesilmiş olsa da silahımı taşımaya devam edeceğim. Silahımı ayaklarımla taşımak zorunda kalsam dahi seni devirmek için mücadele edeceğim. İstediğin kadar bombala tek bir parmağım kalsa dahi silahımı taşıyacağım, beldemi kurtaracak ve ‘La ilahe illallah Muhammed Rasulullah’ rayesini yükseltmek için çalışacağım.” sözü ne ifade ediyor? Ve meydanları dolduran on binlerce Suriyeli Müslümana “Ey Araplar, Ey Müslümanlar Şam ehline yardıma koşun, Suriye halkı ne istiyor?” diye sorulduğunda on binlerce Müslümandan tek bir haykırış duyuluyor: “Eş-Şab yurid Hilafe İslamîye” (Halk İslamî Hilafet istiyor).
Doğruları gereğince söylemek için ille de ciltlerce kitabın içinde boğulmak gerekmiyor, mürekkep yalayıp kütüphaneler önünde pozlar vererek davet taşınmıyor ki son örneğini yakın zamanda gördüğümüz Suriyeli Mücahid kardeşimiz sokaklarda çatışırken dahi Hakk’ı hak ettiği yere yani zirveye çıkartmaktan geri durmuyor ve şu açıklamayı yapıyor tüm mücahid arkadaşlarının adına: “Bizler tam olarak uygulanmasa da Demokratik sistemde 40 yıl yaşadık, Demokrasi uygulansa dahi ne Suriye, ne de herhangi başka bir yer için doğru bir sistem değil. Amerika ve Fransa gibi ülkelerin Demokrasinin sonuçlarından acı çektiğini görüyoruz, çünkü bu sistem Allah’tan değil, insan aklının üretimi”.
Müslümanların bu söylemleri tabii ki Suriye ile sınırlı kalmadı. Hollywood yapımlı olduğu anlaşılan ‘Müslümanların Masumiyeti’ filminde Hz. Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e yapılan çirkin hakaretlerin ve iğrenç benzetmelerin karşılığında Müslümanlar dünyanın her yerinde ABD-“İsrail” özelinde tüm sömürgeci Kapitalist yönetimlere aynı dik duruşla başkaldırdı ve meydanları kâfirlere dar etti. Kimi şişkin göbekli yazar-çizerler, bu tepkilere duygusal diyebilir, kimi yerinden kımıldamayan sözde İslamcılar gibi, hamaset diyebilir ama neticede Müslümanlar samimi duruşlarını gösterdi ve inandığı değerlerin ayaklar altında çiğnenmesine sessiz kalmadı.
Meseleye aydın bir düşünce ve dakik bir bakışla bakacak olursak göreceğiz ki aslında İslamî Hilafet Devleti kaldırıldığından beri Allah ve Rasulü ile savaşılmakta.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَذَرُواْ مَا بَقِيَ مِنَ الرِّبَا إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ فَإِن لَّمْ تَفْعَلُواْ فَأْذَنُواْ بِحَرْبٍ مِّنَ اللّهِ وَرَسُولِهِ
“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve eğer gerçekten iman etmiş kimselerseniz faizden geriye kalanı bırakın. Böyle yapmazsanız, bunun Allah’a ve Rasulü’ne karşı açılmış bir savaş olduğunu bilin.” (Bakara 278-279) ayeti yıllardır tecelli ediyor. Ve Müslümanlar 90 yıldır Allah ve Rasulü’ne meydan okuyan beşerî kanunların ve fasit fikirlerin hükmü altında yaşıyor. İşte tam da bu noktada feraset sahibi Müslümanların amellerini anlık, etki-tepki şeklinde süregelen refleksler olarak değil de bir nizam olarak tatbik edilen İslam ideolojisini hayata hâkim kılarak diğer ideoloji ve batıl fikirlerden korunması için otorite olmak zorundadırlar. Bu şekilde hem Batılı kâfirlerin mukaddesatımıza dil uzatamayacakları, hem de dünya siyasetinde istedikleri atı koşturamayacakları bir iktidara kavuşmuş oluruz. Aksi takdirde; Almanya Sünneti yasaklar, Fransa türbanı-peçeyi yasaklar, İsviçre minare yapımını yasaklar, ABD her fırsatta Kur’an’a dil uzatır hatta İslamî beldelerde mushaf parçalayarak Müslümanları aşağılar ve bizde onların ölçmek istedikleri refleks miktarını ölçen aparatlara-aygıtlara döneriz.
Akidemize dönmeliyiz, ona güvenmeliyiz ve yardımı sadece Allah’tan beklemeliyiz. Sömürgeci Kâfirleri sağır eden o nidayı bütün meydanlarda haykırmalıyız: “El–Ummah turid Hilafe İslamîye” (Ümmet İslamî Hilafet istiyor)
ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْحَقُّ وَأَنَّهُ يُحْيِي الْمَوْتَى وَأَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
“İşte böyle! Muhakkak ki Allah Hakk’ın kendisidir. Doğrusu ölüleri o diriltir. Ve O’nun her şeye gücü yeter.” (Hacc 6)
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış