Bugün ümmet olarak
biz Müslümanlar, Hilâfet’in yıkılmasıyla neleri kaybettiğimizi iyi
anlayabilmemiz için dedelerimizin Hilâfet ile neye sahip olduklarını bilmemiz
gerekir. Çünkü biz Hilâfet’in varlığına şahit olmadık. Zira bir kişi ya da bir
toplum sahip olduğu şeyin değerini, kıymetini anlamaz, bilmezse onu
kaybettiğinde yokluğunu hissetmez, yokluğuna üzülmez ve ona yeniden sahip olmak
için gayret de göstermez. Bu sebeple önce Hilâfet varken nelerimiz vardı, bunu
kısaca özetleyelim ki neleri kaybettiğimizi de o zaman daha iyi anlayabilmiş
olalım.
Hilâfet Varken
Sahip Olduklarımız
Her şeyden önce Hilâfet
varken Müslümanlar Rableriyle güçlü ve dinleriyle izzetliydiler. Müslümanlardan
bir yönetici herhangi bir söz söylediğinde bu söz dünyanın dört bir tarafında
duyulur ve yankı bulurdu, bir iş yaptığında kâfirlerin kalplerine korku
salardı. Pe ki ne demek bu? Hilâfet yıkılınca Müslümanlar Rablerini mi
unuttular ya da dinlerini mi ter ettiler ki bundan dolayı zayıf düşsünler ve
zelil olsunlar. Hayır! Rablerini unutmadılar, dinlerini de terk etmediler ama
Allah’ın hüküm gücü ve dinin izzetinden uzak kaldılar. Çünkü Hilâfet Allah’ın
yeryüzündeki hükmüdür! Çünkü Hilâfet İslâm’ın yeryüzündeki gücü ve izzetidir!
Şu örneklerde bu
güç ve izzeti bizatihi görebiliyoruz: Hatırlayın; Rumların bir yöneticisi cüret
edip Halife Harun Reşid’e bir tehdit mesajı göndermişti, Halife bu tehdit
karşısında ayrı bir kâğıt ile ona cevap yazmak yerine aynı mektubun arkasına “Cevabı
işitmeden ne olduğunu göreceksin!” diye yazarak geri gönderip, orduya
bizzat kendisi komutanlık etmiş ve Rum kâfirine gününü göstermişti. Bugün İslâm
beldelerinin herhangi birisinde hangi yönetici bu cesareti gösterebilir, bu
izzete ve keyfiyete sahip bir tavır ortaya koyabilir? Buradaki cesaret boş laf
ve hamaset değildir, buradaki cesaret sahih irade ve somut netice veren fiilî adımdır.
Hilâfet varken
sadece halifelerin veya komutanların sözü tesirli değildi, aynı zamanda
herhangi bir Müslümanın sözü de o derece kıymetli ve değerliydi. Yine
hatırlayın, bir Müslüman kadın Rumlara esir düşmüş ve bir Rum komutanın zulmüne
maruz kalmıştı ve “Ey Mu’tasım!” diyerek nidada bulunmuş, yardım istemişti.
Çığlığı duyan halife bizzat kendisinin komuta ettiği orduyla yola koyulmuş,
kadını esaretten kurtarmış ve kâfirlerden intikamını almıştı. Bugün İslâm
beldelerinden her gün bir değil, onlarca, yüzlerce kadının yardım çığlıkları
duyuluyor, o çığlıklar cezaevlerinin kalın duvarlarını aşıp bize ve
yöneticilere ulaşıyor ama harekete geçen kimse olmuyor. Çünkü bu yöneticiler Hilâfet’in
güç ve izzetinden yoksunlar, güç ve izzetin efendilerinin elinde olduğuna
inanıyorlar. Hâlbuki Allah Subhânehû ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
[اَلَّذ۪ينَ
يَتَّخِذُونَ الْكَافِر۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِن۪ينَۜ
اَيَبْتَغُونَ عِنْدَهُمُ الْعِزَّةَ فَاِنَّ الْعِزَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعًاۜ] “Onlar,
müminleri bırakıp kâfirleri dost edinen kimselerdir. Onların yanında izzet ve
şeref mi arıyorlar? Hâlbuki bütün izzet ve şeref Allah’a aittir.”[1]
Müslümanlar,
Hilâfet varken dünyanın efendisi, hayrın lideri ve her şeyde en öndeydiler.
Mesela sanayi ve teknolojiyi takip ve icatta öndeydiler; henüz daha yepyeni
genç bir devlete sahipken bile hicretin 8. senesinde mancınığı kullanarak Taif
surlarını yerle bir ettiler. Fatih Sultan Mehmet döneminde menzili uzun devasa
topları icat edip Bizans surlarını yerle bir ettiler. Bilimde en öndeydiler;
fizik, kimya, matematik ve astronomi alanındaki buluşlarına tüm dünya tanıklık
etti. Saati icat edip o dönem Avrupa’nın en büyük Kralı olan Şarlman’a hediye
ettiklerinde, kralın danışmanları/yardımcıları çalan saatin cin icadı olduğunu
ve içinin cinlerle dolu olduğunu söylemişlerdi. Bugün ise Müslümanlar icat
edici bu beyin ve zekâ gücünü ya bizatihi yabancı ülkelerde kâfirlerin
buluşları için harcıyorlar ya da kendi memleketlerinde savunma ve sanayi
alanında geliştirdikleri teknolojiler ile yine kâfirlerin çıkarı için
kullanıyorlar. Örneğin Türkiye’de üretilen İHA ve SİHA’lar Libya ve
Azerbaycan’da Amerikan çıkarları için kullanılıyor.
Hilâfet varken
Müslümanların yönetimle ilgili bir sorunları yoktu, Müslümanlar arasında hangi
sistem ile yönetilecekleri konusunda bir tartışma da yoktu. Bugün en ideal
yönetim sistemi olarak sunulan demokrasi pratiği daha hiç ortada yokken, Hilâfet
bundan 14 asır önce Müslümanlara yöneticilerin seçilmesi konusunda ideal bir
model sundu. Dünyanın kalan kısmında yöneticiler halklarına bir ilah gibi
davranırken Abdurrahmân İbn-u Avf, Medine’de evlerin kapılarını çalıyor,
erkeklere ve kadınlara “Ali’yi mi, yoksa Osman’ı mı halife seçmek istiyorsunuz?”
diye soruyordu. Hilâfet varken sahip oldukları hakların insanlara (kadın ya da
erkek) verilmesi konusunda da en öndeydiler. Bugün kadın haklarından
bahsedenler kadını bir eşya ve reklam malzemesi gibi kullanırken, İslâm ve Hilâfet,
asırlar öncesinde erkekler tarafından alınıp satılan ve hiçbir değeri olmayan
kadını bu cendereden kurtarıp ona ekonomik bağımsızlık hakkını, sosyal,
toplumsal ve siyasi işlerde görüş bildirme hakkını ve yöneticileri seçme
hakkını vermişti. İslâm, âlim ve fakih kadınlar yetiştirmişti.
Hilâfet varken
ekonomik alanda da Müslümanlar hep refah ve zenginlik içinde onurlu bir yaşam
sürdüler. Çünkü insanların ekonomik haklarını koruyan, onları kamu
mülkiyetinden faydalandıran, devlet mülkiyeti ile ihtiyaçlarını karşılayan bir devletleri
vardı. O devletin yöneticileri zekâtı sadece hak sahiplerine dağıtıyorlar ve
zaman zaman zekât dağıtacak Müslüman dahi bulamıyorlardı. Bugün topraklarının
altı zenginliklerle dolu İslâm beldelerinin yöneticileri ise halkı fakirlik ve
perişanlık içinde yaşarken kapitalist kâfirlerin dayattığı ekonomik krizlerle
boğuşuyorlar. Borçlandıkları Batılı ülkelere ödeme yapmak için yine Batılı
kapitalist bankaların kapısında kredi kuyruğunda bekliyorlar.
İşte bunlar,
Hilâfet’in var olduğu dönemlerde ne hâlde olduğumuzu gösteren hayırlardan
sadece bazıları, Hilâfet’in yıkılmasıyla ümmet neleri kaybetti şimdi bunlara
değinelim.
Hilâfet’in
Yıkılmasıyla Kaybettiklerimiz
Hilâfet’in
yıkılmasıyla ümmet birliğini kaybetti. Tek olan birçok şeyini kaybetti. Her
şeyden önce Hilâfet varken Müslümanların devleti tekti. Tek devlet olmak, tek
bir merkezden yönetilmek, tek bir halifeye biat vermek o kadar çok önemli ki
bırakın onlarca parçaya bölünmeyi, bırakın 50 devlete bölünmeyi, İslâm ikiye
bölünmeyi dahi men etmişken bir olan devlet yani Hilâfet, 50 küsur ayrı devlete
bölündü. İmam Müslim, Said el-Hudri RadiyAllahu Anh’tan Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in şöyle dediğini rivayet etti: “İki Halifeye biat
edildiğinde, ikincisini öldürün!” Arface İbnu Şureyh RadiyAllahu Anh
anlatıyor: “Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem buyurdular ki: Siz bir
kişinin etrafında birlik hâlinde iken; bir başkası gelip, kuvvetinizi kırmak
veya cemaatinizi bölmek isterse onu öldürün!”
Müslümanlar Hilâfet
ile tek bir ümmettiler, Hilâfet yıkılınca tek olan bu ümmet onlarca
millete/milliyete bölündü. Bazıları Türk olmakla, bazıları Kürt olmakla
bazıları da Arap olmakla övünür oldular. Ümmet birliği dağılınca bu milliyetler
arasında Arap Birliği, Türk Birliği ve yine Kürt halkının kardeşliği gibi
birlikler kurulmaya başladı. Müslümanlar sınırları tek olan toprakların
birliğini de kaybettiler. Hilâfet yıkıldıktan sonra bu birliği koruyan çatı
yıkıldı ve dağıldı, kâfirler de bunun üzerine İslâm coğrafyasını işgal edip
parçalara böldüler. Topraklar arasında sınırlar çizildi. Daru’l-İslâm’da
birbirine kardeş olan Müslümanlar bu sınırlar çizilince sadece yaşadıkları
ülkenin vatandaşı oldular. Hilâfet çatısı altında aynı devletin tebaası olarak
birbirlerini tanırlarken, birden Iraklı, Ürdünlü, Filistinli, Lübnanlı,
Suriyeli ve Türkiyeli oldular, birbirlerine yabancılaştılar.
[اِنَّ
هٰذِه۪ٓ اُمَّتُكُمْ اُمَّةً وَاحِدَةًۘ وَاَنَا۬ رَبُّكُمْ فَاعْبُدُونِ] “Hakikaten
bu (bütün peygamberler ve onlara iman edenler) bir tek ümmet olarak sizin
ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise bana kulluk edin.”[2]
Hilâfet varken
Müslümanları temsil eden bayrak tekti ve o bayrak, üzerinde [لَا اِلَهَ
اِلَّا اللهْ مُحَمَّدُ الرَّسُولُ اللهْ] yazan Kelime-i Tevhid bayrağıydı. Hilâfet
yıkıldı ve her bir ulus devlet için renkli renkli bayraklar seçtiler. Bu
bayrakların üzerindeki sembollerin ve renklerin fikrî hiçbir değeri de yok.
Yani bu bayraklar toplumlara ve insanlara bir fikir de vermiyorlar.
Özetle Hilâfet
varken “Tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak” sözünün bir
anlamı vardı. Bugün ise bu sözü dillerine pelesenk edenler, ne söylediklerini
maalesef bilmiyorlar.
Hilâfet yıkılınca
Müslümanlar büyük devlet olma ve birinci devlet olma konumlarını kaybettiler.
Büyük devlet hem kendi geleceği hem de diğer devletlerin gelecekleri ve
konumları hakkında etkin şekilde rolü olan devlet demektir. Birinci devlet ise
uluslararası durumda birinci derecede etkiye sahip olan devlet demektir. Öyle
ki sahip olduğu bu konum gereği aldığı kararlar ile diğer bütün büyük
devletleri kendine boyun eğdirir. Hilâfet dünyada birinci devlet konumundaydı
ve diğer büyük devletler (Britanya, Almanya, Rusya) Hilâfet’in birinci devlet
olma konumunu kabul etmiş ve ona boyun eğmişlerdi. Nasıl ki Hilâfet yıkıldı,
Müslümanlar dünyada söz sahibi olma konumlarını kaybettiler.
Hilâfet’in
yıkılmasıyla ümmet sahip olduğu yer altı ve yer üstü zenginliklerin tamamını da
kaybetti. İslâm coğrafyası, stratejik ve
jeostratejik açıdan su yollarının, enerji kaynaklarının, yer altı madenlerinin,
tarım alanlarının oldukça zengin olduğu üç kıtanın yani Asya, Avrupa ve
Afrika’nın kesişim alanında bulunuyor. Yine bu coğrafya okyanuslarla bağlantısı
olan büyük denizlere sahip bir coğrafyadır. Tüm ana ulaşım hatlarının
merkezinde olması coğrafyanın stratejik önemini daha da arttırmaktadır. Ancak
bugün bu zengin yer altı ve yer üstü kaynaklarının hiçbirine Müslümanlar sahip
değil, kapitalist Batılı şirketler ve devletler bu zenginlikleri sömürüyor.
Yine dağılmış olan İslâm coğrafyasının bugünkü stratejik konumu hiçbir şekilde
değer ifade etmiyor. Çünkü bu konumu değerli kılacak olan devlet yok, bu konumu
bir güç olarak diğer büyük devletlere karşı kullanacak siyasi bir irade yok. En
basit Karadeniz’i Marmara üzerinden Ege ve Akdeniz’e bağlayan boğazlar (İstanbul
ve Çanakkale Boğazı) Türkiye’nin elinde, ancak Türkiye bu stratejik konumunu
bir güç olarak kullanmak yerine Karadeniz’den Marmara’ya yeni bir kanal açarak
gemi geçişlerini ücretlendirme ve buradan para kazanma yolunu tercih ediyor.
İşte bu düşünce büyük devletlerin yöneticilerinin sahip olduğu bir düşünce
değildir. Aksine bakışı dar ve ufku kapalı taşeron yöneticilerin düşüncesidir.
Bu sebeple yer altı ve yer üstü zenginliklerimizin korunması, stratejik konumun
bir güç olarak kullanılması ancak Hilâfet ile mümkündür.
İslâm ümmeti Hilâfet’in
yıkılmasıyla askerî güçlerini de kaybetti. Bugün Müslüman beldelerin hiçbiri
cihadı bir metot olarak kullanmıyor, küfür ülkelerine askerî harekât
başlatmıyorlar. Ama buna rağmen yüksek düzeyde askerî harcamalar yapıyor. Bu hâlde
bile bugün Müslüman beldelerin toplam askerî harcamaları 220 milyar doların
üzerinde ve bu pay Amerika’nın askerî harcamalarına ayırdığı paydan üç kat daha
az. Müslüman beldelerin ordularının sahip olduğu silahlara bakıldığında sadece
en önde gelen beş ülkenin (Türkiye, Pakistan, İran, Suudi Arabistan, Endonezya)
toplam askerî gücü, ABD, Rusya ve Çin’in ardından dördüncü büyük askerî güç
olarak görülüyor. Buna Nijerya, Mısır, Malezya, Bangladeş, Fas ve diğer 40
Müslüman belde de katıldığında Amerika’dan sonraki en büyük konvansiyonel silah
gücüne, asker sayısı olarak dünyada en büyük askerî gücüne sahip olunabilir.
Ama bu askerî güç Hilâfet’in yokluğu sebebiyle darmadağın bir şekilde işlevsiz
olarak kışlalarda çürüyor. Çünkü Hilâfet olmadan cihat olmuyor, çünkü Hilâfet
olmadan fetih ve zafer olmuyor. Bu devasa askerî gücü ve daha fazlasını
kullanacak Hilâfet’in yeniden ikame edildiğini düşünebiliyor musunuz? Hangi
devlet Müslümanların servetlerini sömürmeye cesaret edebilir? Hangi devlet
işgal politikasına karar verebilir?
Hilâfet’in
yıkılmasıyla ümmet sahip olduğu en büyük kıymetlerinden birini daha kaybetti. O
kıymet hem Allah’ın mübarek kıldığı, Rasulullah’ın ilk kıblesi ve Sahabe
efendilerimizin gözleri gibi korudukları Aksa topraklarıdır. Bu topraklar
üzerinde zerre hak sahibi olmayan Yahudiler onun yokluğunu fırsat bilerek çıban
gibi Filistin’e yerleştiler. Kâfirler her taraftan Osmanlı Hilâfet Devleti’ne
saldırırlarken ve Osmanlı en zayıf hâldeyken bile tüm gücü ile Filistin’i
korumuştu. Filistin'den kendilerine toprak satması için halife ile müzakereye
gelen Yahudi heyetine Abdulhamid Han şöyle demişti: “Ben Filistin toprağının
tek bir karışından dahi vazgeçmem! Orası benim şahsi mülküm değildir. Bilakis
İslâm ümmetinin mülküdür. Eğer bir gün Hilâfet Devleti parçalanacak olursa işte
o gün, onlar Filistin’i bedelsiz alabilirler.” Hilâfetin yıkılmasıyla
birçok belde gibi Filistin de işgal edildi ve ümmet Kudüs’ü kaybetti.
Evet, Hilâfet’in
yıkılmasıyla ümmet; Halep, Şam ve İdlib’i, Semerkant, Buhara ve Taşkent’i,
Bosna, Kırım ve Üsküp’ü kaybetti. Hilâfet’in yıkılmasıyla ümmet Mekke, Medine
ve İstanbul’u kaybetti. Hilâfet’in yıkılmasıyla ümmet, vahdeti kaybetti.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış